11 Ekim 2017 Çarşamba

YENİDEN MARDİN

Eşyamı ilk gün Eşref beyin gösterdiği Tatlıdede Konağına bırakıp başladım yürümeye. Gördüğüm merdivenlerden sapıverip ine çıka, açık bulduğum kapıdan girip soluğu nerede olduğumu kestiremediğim yerlerde ala dört beş saatin sonunda o pek sevdiğim, iyice yumuşayarak kabının biçimine giren balmumu kıvamını aldım. Adımlarım, gözlerimle kente ısındım. Ve kulaklarımla. Dikkatimi ilk çeken kuş sesleri oldu.



Eski Mardin’de insanı kuş sesleri karşılıyor. Adım başı kapılardan, duvarlardan (saçak araları ve taş yapıların bu iş için mi düşünüldüğünü merak ettiğim yuvarlak açıklıklarından) güzel ötüşlüsü, alışılmışıyla kuş sesleri geliyor. Cıvıl cıvıl, renk renk. Onları renk olarak algılamak için sinestetik olmaya gerek yok; varlıkları taşın, bozkırın tekdüze ağırbaşlılığına kıpır kıpır bir canlılık, evet, düpedüz renkler getiriyor. Kafeslerde kanaryalar, muhabbet kuşları (Dara’da gösterişli bir papağan da gördüm). Kuş seviyorlar. Ertesi gün etrafı gezdirip havaalanına götüren İbrahim de doğruladı. “İnanmazsınız hocam, buralarda arabasını satıp güvercin alan vardır!”



Onlara karışan başka süreklilikler: Bardaklarda çıngırdayan çay kaşıkları. Ş’leriyle hışır hışır (ama gırtlaktan olmayan) Arapça. Adım başı, kahveyi damla sakızlı, zencefilli hoş bir yerel harman eden dibeklerin (elektrikli elbet) vuruşları.

Güzel sesli bir şehir Mardin.

1. Cadde eski şehrin piyasa yeri. İki yanında Süryani ve Ermeni ustaların, beylikler döneminin en gösterişli örnekleriyle yamacın üst kısmında göz alıcı bir kordon. Kaçınılmaz beton sızması burada da görülüyor. Kuralsızlığın, yasakları parayla, nüfuzla delmenin norm olduğu bir ülke olduğumuza göre beton sızıntısı er geç eskinin yerini alacak, bellek burada da vasatın baskın yeknesaklığında boğulup gidecek. Yükseklik ve cephe renkleriyle bu sızma henüz göz çıkarma eşiğini aşmamış.



Turistik dükkanlar, kahve, çerez ve baharatçılar da ana cadde üzerinde. (Ana derken geniş değil, tek şeritli, taş parke bir yol. Ama park edilmesi engellenen kaldırımlarıyla rahat yürünüyor. Bir vakitler bu kadarı bile olmadığından Mardin’de bir yerden ötekine ancak katırla gidilir, yük taşınırmış. Mavi belediye midibüslerinin önü arkasından geçen güçlü kuvvetli beygirler -“Kaçakçı beygiri türü”- hâlâ görülüyor. Patriklik Şam’a taşınmadan evvel Süryani patrikleri bile tekerleksiz bir çözüm olarak atlara bağlı tahtırevanlarda taşınırmış.)



Dikkatimi ilk çekenlerden biri de birörnek tabelalar oldu; koyu kahve üzerine parlak pirinç harfler. Eskiciden hâlâ kaset satılan müzik dükkanına, vitrini altın dolu kuyumcudan sabuncuya, başka türlü aynı kefeye konulmayacak her tür dükkanda bunlar. Tabelalar bizde genelde çirkinleşmenin çığırtkanları, doğru. Bağırtkan, özensiz, bakımsız. Ama bir ara Beyoğlu’nda da denenen bu tek tipleştirme sanki başka bir sorunlu yanımızın işareti. Ya her telden ve avaz avazız ya da hiçbir şey söylemeyen bir tek seslilik halinde. Uyumun birörnek, çok sesliliğin kakofoni olmak zorunda olmadığını hissetmekten ne kadar uzak.

Caddenin bir ucu, görkemli eski yapısında Mardin Müzesi. Öbür uçta Dilek Sabancı Sanat Galerisiyle Sabancı Mardin Kent Müzesi var. Turizmin ölgünlüğü yüzünden birçok dükkan, bakırcı ve zanaat atölyesi kapalı. Normalde adım atacak yer olmadığı söylenen çarşı, revaklı pazar yerlerinde turizm için üzülsem de kendim için sevinerek ferah ferah yürüdüm.

Sokakları yolun altından birleştiren, abbara denilen geçitler, Mardin’in görüntülere adım başı sunduğu kemerli çerçevelere egzotik (hoş bu şehirde ne egzotik değil?) bir derinlik, beklenmedik ışık-gölge oyunları katıyor. Koca bir peynir tekerinde yolunu kaybeden fare misali dalıp dolanmaktan büyük zevk aldım.



Ve işçilikle soylulaşan o müthiş taş! Öğle, ikindi, akşamüzeri, şafak vakti ışığı altında taş sarısından altına, pas kızılına, bakıra renk değiştirirken gözümü sürekli, burnumu da sık sık yapıştırarak seyrettim seyrettim. Süryani ustaların kullandığı harcın sigara kağıdı inceliğinde olduğunu anlatmıştı Eşref bey. (Bir seferinde bir camide işçileri taş kenarlarını kazırken görüp dehşet içinde ne yaptıklarını sormuş. Valinin emriyle derz çektiklerini söylemişler. Yapmayın etmeyin dediği vali, ama öyle demeyin, ne kirliydiler, şimdi pırıl pırıl edeceğiz dediyse de laf dinler biriymiş neyse, işin aslını öğrenince “onarım çalışmasını” durdurmuş.)

Ovaya bakan çay bahçeleri, teras kahveleri Mezopotamya’nın seyrine varmalık, ben de vardım.



Konu Mardin olunca yemeklere de başlık açmak gerek değil mi? Antep mutfağı Halep, Mardin’inki ise Bağdat etkiliymiş. Özene bezene yapılan, çok emek isteyen yemekleriyle birkaç kez karşılaşmıştım. Zevkli, zengin, leziz, ilginç  (“Meyve öyle boldur ki her tür yemeği yapılır”) olduklarını bilecek kadar da ince iş takdirim var. Ama canı boğazdan gelen biri değilim. Öğleyin ünlü Rido’da kebap yedim. Akşam da mimarisi hoşuma giden Cumbalı Ev’de zeytinyağlı meze ve sac tava. Bir de yöre şeyi olsun diye bir kadeh Süryani şarabı içtim ama. Yoğun, koyu, yumuşak, tatlı, Mardin’in şarap karşılığı gibiydi, sevdim. (Bu cümleden sayılmak üzere, Mardin’de beğenip aldığım bilezik de Trabzon işi çıktı.)



Eski bir Süryani evi olan otelimde dönüş sabahı. Özgün bir yapı katledilmeden günün gereklerine, yeni işlevlere nasıl uyarlanır konulu sonu gelmeyecek kafa yormaya biraz daha malzeme sunan (geleneksel taş işçiliğinin sonsuz sabrıyla özeninin yerini alan yalapşaplığın, detay körlüğünün insanın içini acıttığı) ama rahat, sessiz ve muhteşem manzaralı konağın yemek salonunda bir ben vardım. Biber, patates, patlıcan kızartmasıyla zenginleştirilmiş kahvaltı tabağım önüme geldi, silip süpürüp kendimi dışarı attım.

1.Caddenin alt tarafları yoksul. Taş işçiliği burada yerini sıvasız briket duvarlara bırakıyor. Yola çömelmiş sessizce dua mırıldanan yaşlı kadın, uzun bir süre kimsesiz geçitler, kırık dökük barınaklar. Saptığım dönemecin loşluğuna patlayan bir kadın kavgası, Arapça. Genç, öfkeli, tiz bir sesi daha sakin karşılayan pes bir ses. Lağım kokusu. Sıçrayıp alçak, dökük bir duvarın arkasında kaybolan kara bir kedi..



Resepsiyondan ayarladıkları İbrahim tam vaktinde geldi. Deyrul Zafaran Manastırı ile Dara harabelerini de görüp alana gitmek üzere arabasına atladım. Artuklu Üniversitesinde (“Artık çok ileri, Gaziantep Üniversitesiyle aynı düzeyde”) iktisat okuyormuş, pırıl pırıl bir çocuk. Yamaçtan ovaya inerken gerçekten de deniz kenarında gibiymişsiniz dedim. O da bizim buruk avuntumuz işte hocam diye karşılık verdi.

Dümdüz, olağanüstü bitek topraklar. Paha biçilmez bir açıklık, alan hissi.

“Şu pamuk değil mi?” Pamuk, evet. Yeri göğü kaplayan mısırdan çok daha az ama Çukurova’dan silinen pamuk. Hem de üç ağız ürün veriyormuş.

Önümüzdeki bir yükselti üzerinde hızla yürüyen birini görüp bunlardan ürküntü duyar mı diye sordum. Güldü, “Yok, biz de çok kullanırız o tepeleri. Ama bir grup görürsem o başka tabii.”

Midyat’ta dışarıdan gelme bir solistin şoförlüğünü yaparken bir gece yolu kesilmiş. “Tek başıma olsam neyse de arabada işinden dolayı süslü, giyimli bir kadın. Bir anda gaza basıp fırladım.” Arabaya bir kurşun isabet etmiş ama kurtulmuşlar. “Bir daha ne ben gittim ne de o beni aradı!”

Deyrul Zafaran, sırtını verdiği bir yükseltiden Mezopotamya’ya bakan diğer büyük Süryani manastırı. Adını bir vakitler çevrede bolca yetişen safrandan almış. İçerideki grubun çıkmasını beklerken 20-30 kişilik yenisiyle birlikte manastırın çay bahçesinde oturdum, safranlı, zencefil, karanfilli çaylarından içtim (pek lezzetliydi).

Manastırı gezmeye Süryanilerin Hıristiyanlık öncesi tapım yeri olan Güneş Tapınağından başladık. İkişer tonluk muazzam blokların harçsız sıkıştırılmasıyla kurulmuş, vaktiyle tapınak gibi bir tapınak imiş. Hesaplı bir açıklıktan yılın belirli bir gününde giren güneş ışığında sunularını yaptıklarını dinlerken güneşe tapmanın Mezopotamya’ya ne kadar uygun düştüğünü düşünüyordum. Güneşle döllenen o topraklar, tarımla gelen uygarlık. Doğaya aracısız ibadet. Her neyse, uygarlık Süryanilerde Hıristiyanlıkla sürmüş. Türkiye’nin ilk matbu gazetesi 1800’lerde İngiltere’den getirttikleri makineyle bu manastırda basılmış. Sonra? Bugün değişse de sayıları 20-25 kişi arası imiş sakinlerinin.



Dara yolunda ilerlerken İbrahim camları açtı. “Havayı içinize çekin hocam, burada bir başkadır!” Gerçekten de civardan hissedilir ölçüde daha serin, mis gibiydi. “Yazın ortasında bile fark eder. Kışı da ona göre çetindir.”



Kayalara oyulmuş mezarlar, odalar, kilerlerle Dara harabeleri Kapadokya’yı andırıyor. Mardin buradan önce de Kapadokya’yı sıkça çağrıştırdı ama ruhu daha sıcak, yakın geldi. Daha etkileyici bulduğum, harabelerin biraz dışındaki sarnıç ve zindan olarak kullanılmış yapıydı. Devasa bir Roman Katolik katedrali gibi. Düzensiz basamakları kaygan, içerisi neredeyse zifiri karanlık (yüzyıllar önce güneş enerjisini kullanarak sıcak su sağlanan bölme hariç, orası aydınlatılmış). El feneri açılmış cep telefonları sayesinde hayal meyal seçiliyor. Düşük ışıkta çekim yapan kameramın yakalayabildiğine bakarken oradayken gördüğümden fazlasını gördüm. Zindan-sarnıcın üzerinde bir köy evi var. Yapı, evin tapusunun alınmasından sonra keşfedilmiş. İbrahim’e göre anahtarı da (evin birkaç basamak altındaki basit bir demirli kapıdan giriliyor) ev sahiplerindeymiş.




Dara’nın bitişiğindeki papağanlı yerin gözleme ve ayranı nefis.

Ayrıldığımızda kaymak gibi uzanan yolları gösterip “Övündükleri kadar var değil mi?” dedim gülerek. (Yol inşaatıyla övünen yolsuzluk.) Öyle, dedi İbrahim. “Buradan doğusu bozuk, malum olaylar.. Ama İpek Yolunu canlandırıyorlar.”




Burnunun dibine kadar uzandığı Mardin’e bağlı olsa da nüfusu onunkinin çok üzerinde olan (185 bine karşılık 235 bin), adı karanlık çağrışımlı, kendisi bloklar ormanı Kızıltepe’den, sınıra dikilen beton blokların fabrikasının önünden geçip alana geldik. Valizimi alıp girişten görünen Şırnak tabelasına 96 saatte başkalaşmış bir bakışla içeri girdim.

*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder