Dışarıda oturup ayaklarımı uzattım. Hareket vaktini
beklerken iskelenin yanındaki deniz parçasını seyrettim. Ağır hareketlerle
dalgalanan suda binaların (alçak iskele binasıyla yüksekçe Shangri-La) tatlı,
uzun oyunlarla iç içe geçen, ayrılan, başka geçişimler kuran yansımaları, sabah
güneşiyle yaldızlanıyor, yaldızlar da yüzeyin değişken yağlılığında kendi
içlerinde ayrı bir oyun tutturuyordu (geri dönüp bakıyorum da, canlanan bir
Klimt'miş adeta). Bir an fotograf makinemin yanımda olmayışına hayıflanır
gibi olduysam da omuz silkip geçtim. (Böyle anları yeterince çektin dedim. Kameranın olmayışı isabet. Arkasında taze bir
heyecan olmaz, anın tazeliği tekrar duygusunda ölür giderdi. Bakmaksa
dolaysızlığıyla her daim taze kalabiliyor.)
Yüzeyin hemen altı balık kaynıyordu. Yarım kol
büyüklüğünde koyu kurşuni (torpidolar gibi) balıklar. Denizin usul hareketiyle
büyücek bir çöp öbeği görüşüme girdi: İzmaritler, plastik bardaklar, tanınmaz
halde ıvır zıvır ve irice bir somun ekmek kalıntısı.
Sürüp giden yansımalar şenliğine bitişik bu çer çöp
yığını balıklara, onlarla birlikte de benim algıma şölen oldu.
Anlamlar-anlamlar veya ölümcül bir anlamsızlık
uydurabileceğin ne çok şey. Seni yoğuran, seninle yoğrulan malzeme.
İstanbul!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder