James Rhodes’un güçlü bir iz bırakan kitabını bitirdim.
(Beyaz Baykuş yayınlarından aynı adla çıkmış: Enstrümantal; deliliğin, müziğin ve iyileşmenin günlüğü.)
Canına yandığımın! –derdi sinkaflı sokak diliyle Rhodes
herhalde.
Kitabının klasik müzik (ona bir aşk mektubu) ve çocuk
(tacizi değil efendim, hayır! düpedüz) tecavüzü üzerine olduğunu kendisi
söylüyor.
Altı yaşından başlayarak beş yıl boyunca jimnastik
öğretmeninin tecavüzüne uğramış. Klasik müziği ve piyanoyu o sıralarda
keşfetmiş. Hayatta kalmasını onlara borçlu olduğunu anlatıyor.
Evet, Enstrümantal
canhıraş bir hayatta kalma hikayesi. Sonraki otuz yıl boyunca müzik, cehennem
ve cennet hep iç içe geçmiş.
Tam bir enkazdan ve dokunduğunu enkaza çevirmekten şifa
bulan ve veren biri haline gelmeye başlayışını (bok çukurundan arınmaya
uzanışını) tutkulu, ateşli bir dille lafı hiç dolandırmadan anlatıyor.
Klasik müziğin ufak, köhne bir azınlıkça seçkinlere özgü
bir kulüp haline getirilişine hep itirazı olmuş (‘klasik sıfatı bile ne kadar ayrıştırıcı’). Beethoven’un, Schubert’in,
Bach’ın yaşam, psikolojik ve besteleme koşullarını sıralayıp bugünkü
şekilciliğe, züppeliğe kıçlarıyla güleceklerini ileri sürüyor. Bırakın şekli,
diyor, kulak verin, kendinizi verin, geride zerrenizi bırakmadan verin
kendinizi, özünü duyun! İnsanın akıcı bir şekilde zaten sahip olduğu ama sahip olduğunun
farkına olmadığı bir dil o, cehennemlerin diplerinden ulaştığı görkemli
doruklar bu müzik.
Uzanın, dokunun, içinizdekini canlanmaya bırakın. Yazdığı
gibi de tutkulu konuşuyor. (https://www.youtube.com/watch?v=QUUFb-1hBtw) Piyanoya hiç elini sürmemiş birinin bile birkaç haftada şöyle bir şeyi (konuşmasının başında çaldığı Bach prelüdü)
çalabilir hale geleceğini bildiriyor.
Müzikle kafada, dudak ucunda, yüzeyde kalmayan, ta
derinden, bam telinden kurulmuş ilişkisini sadece kitabında değil, her yerde
anlatıyor.
Doğrudanlığıyla (çıplak parmağını prize sokmak adeta)
teknik kısıtları elinin tersiyle bir yana itmiş hakiki bir tutku bu ilişki.
Piyano çalışına öyle bir şevk, can, ruh vermiş ki kendi kendine öğrendiği
(arada aldığı dersler bir yana), uzun bir ara verip ardından yeniden dört elle
sarıldığı piyanosuyla bugün bir konser piyanisti. Sahneye çıktığı yerler, kılık
kıyafeti, dağınık saçlarıyla tarzın hiç alışmadığı türden. Klasik müziği züppe
işi bir statü nanesi olmaktan kurtarıp sıradan insanlara açma, içlerinde zaten
var olan derya ile ilişkilendirme yolunda bir misyoner.
Ruhun, fantezi dünyası ile gerçekler arasındaki o daracık
yerde olduğunu söylerler. İşte klasik dedikleri müziğin geldiği yer de orası.
Siktir edin siz klasiği, milasiği, adını ne diyecekseniz siz koyun diyor,
minyon kalmış narin bedeninden taşan bir güç ve inançla.
Yıkım ve yeniden doğuşunun nişanı sayılacak üç şey ile
adlandırdığı albümü Razor Blades, Little Pills,
Big Pianos’u da kitabını okur, konuşmasını dinler gibi dinliyorum. Meramını duya duya:
Teknik olarak mükemmel olmayabilirsin ama içten (ta
içinden) bir ilişki kurarsan enstrümanın hissedişinin, ruhunun, müziğin sesi haline
gelebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder