E, sen de et yemiyor musun, dedi kurbana ilişkin karışık
duygularım üzerine bir arkadaşım.
Yiyorum. Kuzu pirzolası, kebap, köfte, sık olmasa da
afiyetle. Ama burada sıradan riyanın ötesinde bir şey var sanki.
Kurban dendi mi hep canlanan bir anekdot: Birkaç yüz
kilometrelik yoldan getirdiği kuzuyu arabasının bagajından çıkarıp alnından öperek
ağaca bağlayan, birkaç gün sonra kendi eliyle kesene kadar da seve okşaya
besleyen genel cerrahınki.
Kutsal ile kan dökmenin ilintilendirilmesi.
Kan dökmenin mübah, makbul sayılması, cevaz verilmesi.
Benimsenmiş bir inancın gereğini eğitim vb’ne bakmadan
sorgusuz sualsiz yerine getirmek.
Sevgi ve can almanın iç içe geçmesinin
normalleştirilmesi.
İnancın (ülken, davan, onurun, derken açılan kapıdan bunları izleyen gururun, egon, keyfin)
adına öldürebilirsin -bugün bir hayvan, yarın zayıfından
başlayarak insan, insanlar.
Öte yanda, ben keyifle kebap yiyeyim diye sistematik bir vahşetle yapılan (iklim değişikliğinde de hatırı sayılır katkısı bulunan yani
neresinden baksan bindiğin dalı kesmek olan) sanayileşmiş hayvancılık. Orada
hayvanların (kendimizi hiç kuşkusuz üstün, onları da bizim için yaratılmış
addettiğimiz diğer canlıların) maruz kaldığı işkence, bu taraftaki, ne kadar kayıtsızlık,
aymazlık, bilgisizlik ve kolektif olduğu için hastalık sayılmayan şen bir halle
kanlı bir komediye dönüşebilse de sonunda güle oynaya kesilen
kurbanlıklarınkinden daha uzun. Kesilmeden önce alnından öpülen kurbanlıkların
bir tuhaf ilişkilendirmeyle gördükleri son bir şefkat de cabası.
Sonra, kanlı-kansız, ritüellerin topluluğun harcı oluşu
da var.
Yine de kurban..
Senin kanın aksın, ben sevaba gireyim, bayram edeyim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder