Adana’dan bir buçuk saatte gelip havaalanından
çıkabilişimin de bir o kadar tuttuğu İstanbul (körük bekle, bagaj bekle, otobüs
bekle). Ciğerime keskin egzoz kokulu yumruğunu indirerek karşılayan İstanbul.
Uzaklaştıkça koptuğum, kıyısında duraksadığım, kendimi
bıraktığımda çekimine yeniden-yeniden kapıldığım şeytan tüyü.
Otobüs nihayet hareket ettiğinde Bakırköy’den sonra
değişen güzergahın, burnum camda, seyrine koyuldum.
Yol kenarındaki çimenlik alanlara, küt diye toza toprağa
karışarak son bulan bisiklet yollarının üzerine yaygısını sermiş, mangalını
tüttürerek çöplerini üreten hafta sonu kalabalığı. Surlar surlar. (Güzergah
bunları mı cümle aleme göstermek için değiştirilmiş acaba?) Kat kat yağ
bağlamış, kemerinden taşan göbek benzeri bunlardan taşıp giden şehir. Sur dibi bostanları.
Çimenler yine –dünyadan kopmuş, jimnastikle yoga karışımı hareketlerini yapan
bir genç kız.
Dolapdere’nin düğüm olmuş bağırsak kıvrımları. Otobüsün
oturaklı hareketlerle inip çıktığı, dönüp durduğu daralan yollar. Vitrin
mankeni satış yerleri. (Bunların alım satım jargonları nasıldır kim bilir? Kolsuzundan
30, bacaksızından 25 adet, ten rengi. Siyah, beyaz..)
Sonunun ne zaman geleceğini kestiremediğin bir hareket ya
sabrı zorluyor ya merakı (rahatlayıp arkana yaslanarak seyircisi olmuyorsan).
Otobüsün yaylana yaylana, hızını da keserek aldığı her
dönemeç “sonunda vardık!” beklentisi oluyor. Oysa dönemeç dönemece açılıyor,
surlar surları, bostanlar bostanları, mankenler ve sözüm ona temsilcisi
oldukları bedenlerin kalabalıkları birbirini kovalıyor.
Olabilecek en münasebetsiz yerdeki yeni durağa
vardığımızda hava çoktan kararmıştı.
Bavulumu çeke çeke kat ettiğim uzun yolun ucunda
kavuştuğum taksi, trafikten kaçıp gerisin geri döndüğümüz çevre yolunda bir 45
dakika daha sonra eve kavuşturdu beni.
İşte bu 45 dakikanın bir yerinde (Gayrettepe
cengelindeydik, solumda Trump Tower, sağımda irili ufaklı bin bir işin
tabelalarıyla kaplı eski binalarla aralarından sıyrıldığı gibi göğe fışkırtılmış
başka kuleler, trafik, gündelik keşmekeş) bir topuk darbesiyle vites küçültülüp
ileri atılan otomatik araba misali o artık çok bildik kamçılanmayı duydum. Ve
İstanbul’un beni bir kez daha yakaladığını bildim.
*
Ertesi gün halk otobüsünde. Şehri, insanları tam da
avangard bir sinemacı gözüyle seyreder, seslerini avangard bir müzikçi gibi
dinlerken (görünürdeki ilintisizliğin, düzensizliğin gelip kendi bağlantıları
ve düzenini kurduğu kesintili bir akış) yanı başımdan yükselen bir sesle
irkildim. Sarhoş ya da ağır ilaç etkisi altındaymış gibi boğuktu, kayıyordu. “Ben
44 yaşına geldim” kısmını seçtim. Geri kalanı hangi dil olduğunu çıkaramayacağım kadar bulanarak sürdü. Dikkatimi toplayınca hep Türkçe konuştuğunu
ayrımsadım. Boşalan bir yere oturdum. Şimdi karşımdaydı. O ve muhatabı. Koyu
esmer, kısa, simsiyah, fırça saçlı, orta boylu, temiz kıyafetli. Futboldan
konuşuyordu. Puanları, hocaların isimlerini sular seller gibi sıralıyor, 44
yaşında takımının ilk kez öteki karşısında kazandığını gördüğünü, o golleri, ah
o golleri, yutkunurcasına var ya var ya diye diye anlatıyordu. Aynı cümlenin
ilgisiz bir yerinde iki oğlunun da okuduğunu söyleyip konuları karıştırarak
devam etti. Karşısındakinin –ondan çok daha kısa ve yaşlı bir adam- yüzü bıyık
altından gülmek, derin bir anlayış ve merhamet ile çattık yahu arasında gidip
geliyordu. Hiç konuşmuyordu. Tanıdık olup olmadıkları anlaşılmıyordu. Kısa boylusu Beşiktaş’ta benimle birlikte indi.
Selamlaştığı 44 yaşındaki diğerinin mahcup teşekküründen onun Akbiliyle otobüse
binmiş olduğunu çıkardım.
Otobüs, bağrında 44 yaşında olduğunu söyleyen kim bilir
ne dallı budaklı bir hikaye ve daha nicesiyle yoluna devam ederken ben
meydanda, caddelerde çağıldayan başka başka hikayelere karıştım.
İstanbul!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder