22 Ekim 2015 Perşembe

BAHÇE

Evin önündeki bahçe bir mendil serimlik. Sökülüp atılmış bir limon fidesinden babamın dikip aşıladığı manav ağacı bu ufacık bahçenin ortasında. Yarısı portakal, yarısı mandalina veriyor. Çaprazındaki eski yeni dünyanın kardeşi diğer köşede çekirdekten bitti, serpildi ama piç işte, meyvesi mayhoş onun. Giriş yolu boyunca uzanan asmalar bu yıl keyifsiz. Dertlerinin adı külleme. Seneye mevsimi gelmeden ilaçlamak gerekecek. Eski yeni dünyanın bitişik komşusu yaban gülü ile bir sarmaşık. Yeni yeni dünyanınki gelin duvağı. Onun arkasında Japon gülü, dış köşede de mis kokulu yasemin var. Çeşide bakarsak flütün delikleri kadar, ancak bir oktav. Ama volüme gelince iş birden değişiyor. Babam, asmanın sıkça girişe uzayarak yolu kesen dallarını (fışkıran burun kıllarına benzetiyorum bunları), yakalasa bizim de boynumuza şehvetle sarılacak gelin duvağını budamak dışında artık bahçeye dokunmuyor. Kimsenin adımını atmadığı kızıl toprakta şuncacık çeşidiyle bitkiler de Dionysos’a layık esrik bir şenliktir tutturuyor. Japon gülünün filizleri dört bir yana sürünüp uzayarak yerlerde kızıl kızıl açıyor. Gelin duvağı yeni yeni dünyaya karışarak dört koldan eve uzanıyor. Eski yeni dünyanın komşusu sarmaşık, lafı onun ağzına tıkaya tıkaya üzerinden sağa sola uzanıyor, yaban gülüne, bitişik evin verandasına tırmanıyor. Yeşilin tür tür tonu, dokusu gürleşip yükselerek birbirine karışıyor, bir onun bir bunun açıp solan çiçekleriyle renkleniyor. Seslerinin yüksekliği göz şişiriyor.

Hepsini söküp atmalı, baksana denizi geçtim, göğü göremez olduk, dedi babam.

SAKIN, dedim, bırak şenliklerini sürdürsünler.

21 Ekim 2015 Çarşamba

BAŞLIK


Ad koymayı adsız bırakmak kadar seviyorum, o ayrı. Ama fotograflara başlık koymak apayrı, neredeyse fotografı çekmek kadar başlı başına bir iş. İmgeyi, ona bakanı şu ya da bu yöne sevk ediyor. Sınırlıyor kuşkusuz ama oturmuş bir başlık güç de katıyor. (Bir yan ürünü, şöyle bir bak-geç çağında dikkati belki biraz daha tutması.)

Facebook listemde bolca yabancı arkadaşım olduğundan oraya koyduğum fotograflara iki dilde başlık veriyorum. Dillerin beyni kendi özelliklerine göre farklı biçimlerde çalıştırdığını kanıtlayan ilginç bir işleyiş bu. Bir imgeyi Türkçe düşünüp başlık vermekle bunu İngilizce yapmak sırasında belirgin bir şekilde farklı bakışlar, hissedişler ortaya çıkıyor. Böylece başlıklar bazen karşıt, bazen tamamlayıcı, birbiriyle alakasız olabildiği gibi arada sırada aynı düşüyor. Piyanoyu çalan sağ el ve sol el gibiler. Bir lisan hakikaten bir insan.

En hoşu, başlık ile fotografın yeniden dönüşüm simgesindeki gibi bir çevrim oluşturarak birbirini beslemesi.

Başlığın önce geldiği, ardından fotografını aramaya çıktığım da oluyor. Kafamda aynı anda, konuyu görmemle birlikte çaktığı da. Bazen ilk İngilizce’si beliriyor.


Cuk oturduğunu düşündüklerim kafa yormadan gelenler. Araya düşünce ne kadar girerse fotograf ile iki başlığı arasındaki organik (sezgilerden, duygulardan yükselen yarı bilinçdışı) bağ o kadar zayıflıyor.

19 Ekim 2015 Pazartesi

MARATON

Akıldan geçen-dile getirilen ne çok cümle “Memleket kan ağlarken..” ile başlıyor.

Memleket kan ağlarken konser verilmez.

Lafa iyi haftalar diye başlanmaz.

Sanat icra edilmez. (Daha geçenlerde, Cemal Reşit Rey salonunun sezon programının “ülkemizde yaşanan olaylar” gerekçesiyle iptal edilmesine karşı dilekçeyi imzaladım.)

Başka şeylerden, başka türlü söz edilmez.

Plastik bir flüte pastoral övgüler düzülmez..

Kaosun, insanların katledilmesi, baskı, zulüm görmesinin doğurduğu keder katman katman.

En çıplak, doğrudan halinde acının acıyla karşılanması var.

Sonra buna öldürülenlerin, ezilenlerin bir tür kefareti, suçluluk duygusu katılıyor. Bütün bunların olmasında tepkisizliğimizin rolünün vicdanı huzursuz etmesi. Geçmişte bir şeyler yapmamış olmanın gelecekte de çıkışı bulunamayan bir eylemsizlikle sürecek olmasının rahatsız ediciliği.

Ama bir de dışavurumu tek bir duyguda dondurmaya bakan bir şey: Ortak duygu, ruh hali olarak öfkeli, iktidarsız bir kederin geçerlik kazanması.

Sanki bir yanda duyarlık, aldırmak, sorun edinmek var (bunun da dili, meşruluk kazanan sürekli yas hali), diğer yanda topluluğa-topluma sırtını dönmek, vur patlasın çal oynasın, kendi aleminde, baloncuğunda yaşamak.

Yaşadığımız kabus bugün yarın düze çıkacakmış varsayımıyla sürekli yası içselleştirmeye başlıyoruz.

Oysa korkarım bu sadece başlangıç. Öngörülebilir bir gelecekte istikrar, ne içine yuvarlanmakta olduğumuz bölgede ne de ülkede sağlanır görünüyor.

Dehşetli bir maraton ve soluğumuzu, ruhsal, zihinsel kaynaklarımızı durup düşünmeden bu sanki bir yüz metre koşusuymuş gibi tüketiyor, münasip gördüğümüz imaja/ruh haline dört elle sarılıyoruz.

Hayır. Tekne hızla olumsuzluktan, karanlık, acı ve ölümden yana yatarken hep birlikte onun battığı yana koşup yığılmak hiçbir şeyin çözümü değil. Tıpkı tersinin, karşı tarafı, olumluyu, güzeli, doğruyu, hayatı besleyerek yaşamaya bakmanın aymazlık, vurdumduymazlık olmadığı gibi.

Örneğim hep Miro –sadece kişisel bir yakınlık, yoksa Miro, sanatını insanlığın büyük bunalımlarından damıtan elbette tek sanatçı değil. Yoluma ışık tutuyor. Ölümün-öldürmenin ortasına yaşamın renklerini, ışığını saçmanın nasıl bir dayanak, güç kaynağı olduğunu hatırlatıyor. Sonunda kalburun üzerinde kalıp üstüne iyi şeyler çıkılacak olanın da bu olduğunu. Aynına yönelmek için sanatçı olmaya gerek olmadığını düşündürüyor. Erimi onlarınki kadar olmasa da bireyin yapabileceği en yapıcı şeyin kendine, etrafına ışık, sıcaklık, canlılık yaymak olduğunu.


Terörün, çatışmanın (ürkütücü ölçüde kısalan aralarla) tırmanarak her vuruşunda bir sonrakine kadar şöyle böyle hafifleyen aynı yasa gömülürken bunun bir maraton olacağını, nasıl yaşayacağımıza ona göre karar vermek gerektiğini de ben kendime hatırlatıyorum.

18 Ekim 2015 Pazar

REVENONS A NOS MOUTONS *

Müzisyen bir arkadaşıma flüt öğrendiğimi söylediğimde “Hoş enstrümandır. Doğanın sesleri, rüzgarla da pek güzel kaynaşır” dedi. Akrabası kavalı düşündüm. Çobanların (cep telefonlarından önce) sazı olduğunu. Taş yerine oturdu. Tepe bayırda, peşimde çoban köpekleri, başımda börtü böcek çalmaktan tevekkeli değil bu kadar zevk alıyorum.

Ruhu yatıştıran, içi ısıtan bir yanı var. Ve neyle yapılırsa yapılsın, müzik duyuşla bedeni bir araya getirip birlikte çalıştırmakla kalmıyor, kafayı da çalıştırıyor. Armoni öğretisinin arkasındaki büyük düzeni, mimariyi, matematiği basit ezgiler bile sezdiriyor.

Flütle bildik anlamıyla zaman siliniyor.

Ama ilginç, ritim onu yeniden kuruyor.

Yaptığın herhangi bir şeye geri kalan özelliklerin yansıyor. Tempoyla başım gitar çalarken de dertteydi. Nota değerlerini (birbirlerine göre uzunluklarını) öğrenmeye o vakitler de direnç gösteriyor, kendimce bulduğum bir uzlaşmayla cümlenin parça içindeki uzunluğuna bağlı kalırken cümle içindeki notaları kafama göre uzatıp kısaltıyordum. (Sınava, bir işin son teslim tarihine kadar olan günleri boş geçirip bütün işi son bir iki güne sığdırmak ya da tersini yapıp iş bittikten sonraki günleri boş geçirmek gibi. Veya el yazılı ilanların iri başlayıp satır sonunda ufalarak sıkışan harfleri.) Bu tempo yığılması/kayması hayatımın da meselesi. Ama benim takıntım genelin aksine sona bırakmak değil, baştan bir an önce yapıp geçmek. (İyi bir terapist bundan seanslarca malzeme çıkarır, kişilik örüntüleri arasında kırmızı bir kılavuz ip olarak kullanarak yol alır, davranış biçimleri, tercihler, ilişkilenme tarzındaki yansımalarını, sonuçlarını görürdü.)

Şimdi direnci geçip notalara hakkını vermeye odaklanıyorum. Parça hangisini ne uzunlukta istiyorsa öyle gitmeye. Bunun elimde flüt olmayan zamana yansıması şaşırtıcı. Bir an önce bitsin-geçsin istediklerime karşı sabırsızlığımda hatırı sayılır bir çözülme var.

Her neyse, flüt çalmak beni yumuşatıyor, açıyor. Çok mutlu ediyor.

Aslında bu kendini vererek yaptığın her şey için geçerli, dedi Çağatay.

Doğru. Kendini kaybederek bulduğun o akış, en derin doyum kaynağı.
__________

* Bir deyim: Koyunlarımıza (yani konumuza) dönelim.

16 Ekim 2015 Cuma

NE YAPMALI – NE YAPMAMALI?

Kendimle konuşmalardan:

Güçlü duygular bir kez yayından çıktı mı dağılmaları zaman alıyor. (Bol kepçe salgılanan hormonlar, aç nöro transmitterlerle allak bullak olan fizyolojinin denge durumuna dönmesi vakit istiyor.) İlk bunu teslim etmek gerek. Düdüklü tencereyi patlamak üzere buharlar saçarken bulduğunda ne yaparsın? Gider (koşar) altını kapar, pencereleri açarsın. Basınç düşene kadar da dokunmazsın. Oysa infilak halindeki duyguların uyandırdığı ivedilik hissi eyleme geçme dürtüsü yaratıyor. Bir şeyler yapma. Ama yangında aşağı yerine yukarı koşmak kadar yanlış bir güdü bu. Tencerenin altını kapamak, bu hararette hareketi kesip yatışmayı beklemek yerine ateşi fayrap etmek. Eğer mecazi değil gerçek bombanın patladığı yerin yakınlarında değilsen (bu durumda hareket hayat kurtarıcı olabilir) düşünmekten başlayarak eylemi kes. İnfial halinde üretilen hiçbir düşünceden, atılan adımdan hayır gelmez.

Belirsizlik baskısına yenik düşüp saldıracak yer ararken darbeyi, travmayı anında savuşturmak için açıklamalar getirmeye, hükümler vermeye girişirsen, o andaki yıkıcılık çok sonraki düşüncelerine, duygularına da rengini vermeye devam eder. Öfke, tepkisellik, nefret böylece sürer gider.

Herkes bir şey söyler, bir şekilde hisseder, hareket ederken farklı bir yöne gitmekten çekinme. Bireysel-kolektif krizlerde yanal düşünme (lateral thinking) çıkış için en gerekli şey olabilir. Ortaklaşan düşünce-hissiyat ise aynı odadaki, sarkaçları bir süre senkronize olan saatler örneği tektipleşir ve bir gerçeklik kafesine dönüşür.

Yaşadığın çalkantıyı savuşturmaya, yok bilmeye kalkışmadan bedenini ve zihnini rahatlatacak konu dışı şeyler yapmak iyi. Haldır haldır yürü, yüz, otur toprağı, bir ağacın gövdesini, yaprağı seyret. Flüt çal. (Araya düşünen zihnin, kelimelerin girmeyeceği doğrudan bir dışavurum, kimseyi, çevreyi etkilemedikçe iyi bir egzoz.) (Daha Dün Annemiz’i avaz avaz, bozuk çalarken bir süre sonra perdenin düşüşünü, çalışın sakinleşip ahenge dönmeye başladığını izlemek ilginç.) Aynı durumdaki insanlarla sözlü paylaşım, karşılıklı dolduruşa getirici ise uzak dur.

Şefkat alıp ver. Yanında yörende insanlar, seni evlat edinen kedi, peşine takılan köpek dostlarınla.

İnfilakı izleyen yıkıcılığın panzehiri bu. Yüreğin acıyla kasılır, kapanır, zihninden öfke, nefret yükselirken yangından doğru yönde uzaklaş. Kalbini aç. Gıcırdayan dişlerle değil, okşayan, içe işleyen gözlerle, yüreğinkiyle bak.

Sevgiyle sarmala kurbanları, mağdurları, kendini. (Sevgi öne çıktığında olmadık bir şeyi daha görüyorsun. Mağdur edenlere de bakışın değişiyor. Ama bu belki daha sonranın konusu.)

Bireyin öneminin abartıldığı bir çağ bu. Harekete geçmeli, üzerine düşeni yapmalı, tavır almalı, bunu ilan etmeli, köşende kalmamalısın. Sen yapmazsan durum değişmez! İlk bakışta ne kadar soylu, doğru görünüyor. Ama harekete geçmeye gücü, olanakları ya da cesareti yetmeyen birçok insan üzerinde ne ağır bir yük, suçluluk, utanç kaynağı. Böylece belki kendileri bile farkında olmadan eylemi çenebazlık ve bağırtkanlıkla ikame ediyorlar. Havanda su döverken de kendileri eziliyor.

Dört işlevsel çıkış var:

Durumu değiştirmek için eyleme geçmek
Kabul etmek
Uyum sağlamak
Uzaklaşmak

Genelde gördüğümse şiddetli bir değiştirme isteği (sürtüşme, kızgınlık) ile insanların olduğu yerde kalması. Vites boştayken gaza yüklenmek. Eyleme geçeceksen geç ama geçmeyeceksen eylem taklidinden uzak dur; bir yandan gemine asılırken atı kamçılama.

Kriz zamanları dışında anlamaya, daha etraflı görmeye, yaratıcılığı beslemeye, hayattan başlayarak ilişkilerini güçlendirmeye yatırım yap. Oku, öğren, gözlemle. Ve sor. Hep sor. Sorgula. “Böyle tepki göstermek normal!” savuşturmasına pabuç bırakma. Bir şeyin “normal” olması işlevsel olduğu, nihai amaca (iyi bir yaşam) hizmet ettiği, iyileştirilmesinin gerekmediği anlamına gelmez.


Alet kutun dolu olsun. Kaynakların buharlaştığı travma sonralarında açıp açıp yararlan.

15 Ekim 2015 Perşembe

TERÖR VİRÜSÜ VE İÇİMİZDEKİ RESEPTÖRLERİ

Terör bizi, içimizdeki Yorumcuyu hangi kapılardan dalarak terörize, darmaduman ediyor?

Sağ kalmak yaşamın birinci önceliği olduğundan reseptörlerin Bâb-ı âli, tehdide duyarlık. Evrimsel olarak amaca hizmet eden bir işleyiş, yaşam koşulları değiştiğinde büyük bir zaaf haline gelebiliyor. Burada da öyle olmuş. Tehlike duyarlığı negatife hassaslık olarak sürüyor. Çalıların arasından üzerimize atılmaya hazır kaplanların yerini hafiften ağıra negatif algıladıklarımız almış. Konu ister asık bir yüz, ters bir eleştiri, ağrıyan ayak ya da despot bir yönetici olsun, negatif terazide ağır basıyor. (Araştırmalarda bir negatifi dengelemek için ortalama dört pozitife ihtiyaç duyduğumuz bulunmuş.) Negatif pozitifi karartıyor.

Kapanmamış dosyalar. Beyin bir çözüme kavuşturamadığı durumları büyük miktarlarda enerji harcama pahasına arka planda da olsa kapanmamış dosyalar olarak işlemeye, yoklamaya, güncellemeye devam ediyor. Mesele her ne ise, dilin durup durup ucu kırılan azı dişine gitmesi gibi dikkati meşgul ediyor, bölüyor. Sürekli uyarılıp bölünen dikkat ise (internet ve cep telefonlarıyla da yaşadığımız hal) tescilli bir stres kaynağı. Beyin belirsizlikten hoşlanmıyor.

Negatife duyarlık belirsizliğe tahammülsüzlükle birleştiğinde kendini vurucu bir güce dönüşüyor.

Genetik reseptörlerin yanında bir de kültürel reseptör var ki Yorumcuyu yoğuran çok önemli bir faktör de o. Tehdit karşısında bir araya gelmek insanın evrimsel bir eğilimiyken bizimki gibi her daim topluluğa uymanın makbul sayıldığı bir kültürde genelin dışına çıkmak teşvik edilmiyor, açıkça ya da içten içe yeriliyor, kınanıyor. Tek sesli müziğin diyarı bu. Farklılık, başkalık en hafifinden kuşkuyla karşılanıyor. Herkes gibi/kadar düşünmek, hissetmek, ifade etmek içselleştirdiğimiz bir amentü. Güçlü bir biçimlendirici. Bu “herkes”in şiddetle kamplaştığı dönem, ait olunan hangisiyse topluluğa sadık kalma dürtüsünde bir şey değiştirmiş görünmüyor.

Topluluğunda herkes İspanyol gribine yakalanmışken sen sağlıklı kalamazsın, kalmamalısın. Yakışık almaz. Buna bir de sağ kalanın suçluluğu eklendiğinde terörün kara bulutları arasından ışığı seçmenin güçlüğü katmerleniyor.

Terörün artçı etkileriyle etkileşimimizi, Yorumcumuzun karşılığını biçimlendirici birkaç nokta.


Neler yapmalı?

14 Ekim 2015 Çarşamba

TERÖR VİRÜSÜ VE YORUMCU

Bir yaşayan bir de yaşadığımızı yorumlayan, anlamlandırarak bir bağlama oturtan yanımız var. Bu ikisi duruma göre iç içe (sanılacak kadar yakın) ya da ardışık işliyor.

Davranışımıza, tepkimize damgasını vuran ikincisi. “Aynı” olaya insanların farklı, bazen taban tabana zıt karşılıklar vermesinin, etkilenmesinin nedeni de o. Yaşantıyı alıp hangi süzgeçlerden (dünya görüşünden, kültürel-genetik yatkınlıklardan, koşullanmalardan, çevre etkisinden; hasılı o ana dek bizi biçimlendirmiş olan bin bir katmandan) geçirerek nasıl bir sonuca varacağımızı bu belirliyor.

Yorumcunun yaşantıdan ayrı olduğunun bilincine varmak, özgürleşmenin belki de en önemli adımı. Aksi takdirde bizi ezen, yücelten.. olumlu ya da olumsuz etkileyen veya kayıtsız bırakanın dışımızda bir şey, olay, kişi olduğu yanılsamasına dünya kadar hedefi şaşmış enerji harcıyoruz.

Hayatı kolaylaştırmak ve işlevsellik için yapacağımız en iyi yatırım da herhalde bu yorumcuyu önce görmek, anlamak ve ıslah etmek. Sorgulanmamış bir yorumcunun bağladığı nasırlar, örümcek ağları, kabuklar, yaralar, hakkı verilerek yaşanacak bir hayatın önündeki asıl engeller.

*
Ne tuhaf, diyordu bir yakınım, insanların büyük çoğunluğu barış, huzur isterken zıvanadan çıkmış ufak bir azınlık bütünü allak bullak edebiliyor.

Evet, tıpkı mikroskobik bir virüsün koca bir organizmayı hasta-dejenere edebilmesi, öldürebilmesi gibi. Ya da içme suyuna katılan bir miktar zehrin bütün bir şehir halkını zehirlemesi.

Terör virüsünün bireysel-toplumsal bünyeyi “yorumcudan” vurduğunu düşünüyorum. Zehirlenen içme suyunun dengi olan zihin-ruh halinden.

Yorumcuyu anlamak, terör karşısında akut bir önem kazanıyor. Onu biçimlendiren önyargıları, ön kabulleri, yapısal özellikleri terörün iplerini ellerinde tutanların (ona alet olan zavallıların değil) çok iyi kavradığı açık –yoksa bu kadar etkili olamazlardı.

*

Devam etmek üzere bugünlük burada bırakayım.

13 Ekim 2015 Salı

BOMBA

Ankara katliamı kurbanlarına çok değerli bir dostum katıldı. Patlamalar sırasında bedeniyle orada değildi. Yüreğiyleyse oradan çıkamadı. Faciadan iki gün sonra acısına dayanamayan kalbi durdu. 50’sindeydi. Merhameti, duyarlığı, birleştiriciliğiyle yüreği zihni kadar açık, benzersiz bir insan, bedeni tek parça, yüreği parçalanmış, cinnetin yuttuklarına eklendi.

*
Psikologlar ekranda giderek daha fazla yer alıyor. Toplumsal travma kavramı dağarımızda. Uzmanlarından travmanın en yakından çevreye, etki halkalarını, belirtilerini öğreniyoruz. Psikologlar Birliğinin üyelerine yaptığı çağrıyı, ülke çapında gereksinenlere yardım sunmak üzere birimler oluşturduğunu.

Sosyal hayvanlar oluşumuzun aydınlık ve karanlık yanlarını bir arada yaşıyoruz. Ödülleri ve bedellerini. Bir yanda canlı bombalar, diğerinde psikologlar. Ortada ise ruh halini de İspanyol gribi kadar bulaşıcı kılan kitle.

Toplumsal travma, teröre birinci derece maruz kalanlar dışındaki kesimi tehlikeli bir bulaşıcılık, yetmiyormuş gibi pekiştiricilikle ele geçiriyor.

Uzmanlar semptomları ortaya çıkış sırası ve etkilenme derecesine göre sayıyor:

Şok. Şaşkınlık, kafa karışıklığı. Gerçeklik duygusunun yitimi. Bildik hayat akışının sekteye uğramasıyla insanın kendini tümden yabancı bir yerde dil-yol-iz bilmez bulması. Güvenlik hissinin ortadan kalkması, sürekli güvensizlik, kaygı, endişe. Çaresizlik duygusu. Anlam ve amaçlılığın kaybolması. Yılgınlık. Acı. Keder.

Ve bombanın yarım bıraktığını tamamına erdirmeye aday, kontrolü çok zor bir öfke.

Bu berbat kokteyl, bileşenleri ve aklı baştan alıcılığıyla kişiden kişiye değişmekle birlikte şehrin üzerine çöken kirli hava misali genel bir atmosfer yaratıyor. Zehirli. Koyu. Boktan bir renk.

Alarma geçmiş beyinler görüntüleme teknikleriyle taransa aynalayıcı nöronlar denilen, diğerleriyle uyumlanmaya hizmet eden yapıların alev alev yandığı görülürdü herhalde. Aklın süzgecinden uzak, güçlü ham duyguların kazanı amigdalanın da.

Böyle bir sahne, insanın en sık düştüğü tuzaklardan biri için mükemmel bir ortam yaratıyor: Gerçekliği algı çerçevesini dolduranla bir ve bundan ibaret saymak. Televizyonlar, gazeteler, sosyal medya, insan insana ilişkiler, beton çivisini duvara çakan tokmak gibi üç aşağı beş yukarı aynı tepkileri çakıyor, çiviyi gömdükçe gömüyor. Travmanın en örseleyici sonuçlarından biri de bu olmalı: Algı büzüşmesi, perspektif kaybı. İnsanı hepsinin bu olduğuna inandırıyor.


Hepsi bu mu gerçekten?

9 Ekim 2015 Cuma

NELER YAPIYORSUN?

“Neler yapıyorsun? Nasıl vakit geçiriyorsun?”

Zamanı yaşamak yerine öldürülecek bir şey görenlerin değişmez sorusu.

Derin bir nefes alıp uzunluğu duruma göre değişen cevabımı veriyorum.

Yazıyorum, okuyorum, fotograf avlıyorum, çeviri yapıyorum, şimdi bir de flüt var. Bütün bunları düşünüyorum. Özlerinin sıvılaşıp sistemin tümüne yayılması için sonra düşünmeyi de bırakıyor, sindirimi bilinçdışına devrediyorum. Seyrediyorum o zaman. Yüzer, yürür, öylece otururken kelimelerin ötesinde yaşıyorum. Uyuyor, (artık seyrelip soluklaşsa da) rüya görüyorum.


Babamın dediği gibi, ben zamanı değil, zaman beni geçiriyor hasılı.

8 Ekim 2015 Perşembe

SOFRAYA BUYURUN

“Ya tartı yanlış ya da zayıflamaya devam ediyorum” dedim.

“Yanlış değil, ben de” dedi babam. Geleli 2-2,5 kilo vermişiz. “Bu hareketle normal.”

“Yani kanser olmayabiliriz?”

Güldü. “Yok canım! Hem ne yiyoruz ki?”

Fazla bir şey değil. Salata ya da cacık eşliğinde tek bir çeşit –tahıl veya sebze. (Ben haftada bir balık, Silifke’ye indiğimde gözüm dönmüşse bir de kebap.) Aralarda (çoğu bahçeden) meyve. Et-tavuk, hamur işi, kızartma yok. Abur cubur ve içki de. Katlar arasında babam 16, ben 30 basamağı sayısız kere inip çıkıyoruz. Yürüyüş, yüzme..

Tek sayfaya haydi haydi sığacak bu düzeni yaz, 180-200 kopyasını çıkar; işte göründüğü kadarıyla güneyde bir sezonumuz.

Ama hayatla, çevreyle, birlikte olduklarınla ilişki içte derinleştiği, zenginleştiğinde rutin, dış şeylerde aynılık azaltıcı, yoksullaştırıcı değil, dikkat aslolana odaklandığından çoğaltıcı. Besleyici.


İçi renkli yaşamlar bizimki.

6 Ekim 2015 Salı

ORDA BURDA

Önümde bej bir Renault 12 steyşın. (Bunların tarihten silindiği yer bu bölge olacak. Ama bugün yarın değil. Belki bir 150 yıl daha sonra.) Arka camının sol üst köşesinde Semanur, karşı köşeye de Sudenaz köşegenel yazılmış. Bagajında üst üste domates kasaları görünüyor. Sollarken, bir elinde cep telefonuyla direksiyondaki genç adama göz ucuyla bakıyorum. Geçip sağ şeride girene kadar bütün bir hikaye yazılıp bitmiş oluyor.

*
Yeni duble yol üzerinde açılan ilk yer: Çamlık Et Lokantası. Bitişiğindeki kulübenin alnında boydan boya kırmızı harflerle “Ailenizin Kasabı.” Brr!

*
Silifke’de bir gübre şirketinin güneşten bütün renkleri atmış, hepsinden geriye gerçekdışı soluk bir mavi kalmış reklam afişi: “Gübreyle büyüyün.”

*
Koca dut ağacının orada beton yoldan toprak patikaya sapmıştım ki yoldan finosuyla gelen bir kadın, kelimeyi ağzına almanın yettiği derin bir tiksinti-kaygı ifadesiyle yüzü allak bullak, “Orda yılan yok mudur?” dedi. Otlardan temizlenmiş, kenarındaki zeytin ağaçları için çapalanmış toprağa baktım. İçimden, gel sen de buradan yürü, köpeğin gerçi ev içi kullanım için üretilmiş ama yazıktır, sonuçta o da köpek, ayakları doğa görsün demekle o kadar meşguldüm ki dışımdan verdiğim cevap bana bile tuhaf geldi:

A yok, pat pat yürürseniz kaçarlar.

Yılan mı?! Bir zamanlarmış o. Akrepler, çakallar, oklu kirpiler, denizde vatos, rengarenk balıklar çok, insan pek azken. Artık hamamböcekleri bile azaldı. Yerlerine biz varız.


Zeytinleri sulayan bacağım kalınlığında siyah sert plastik boruya çocukça bir dürtüyle çıktım. Kollarımı iki yana açıp Anakonda Anakonda diyerek birkaç adım attım.

5 Ekim 2015 Pazartesi

SİNEKLİ ETÜD

Vurdum Flamingo Yoluna. Burnu dönüp çamların gölgesine oturdum. Notaları kuru iğnelerin üzerine açıp başladım çalmaya. İlk kara sinek, varlığımın (terli bedenimle ayaklı bir sebil) farkına varmakta gecikmedi. Buranın sivrileri yaman olur. Kemikli. Sürdüğüm ilaç onları uzaklaştırıyor ama kara sineğe yapacak hiçbir şey yok. İlkini dalga dalga çoğalarak diğerleri izledi. Başımda vızıldayan, konan, kovulup yeniden aynı noktalara konan bir sürüyle devam ettim.

Sineklerin konduğu parmaklarımı kovmak için kaldırdığımda notalarla birlikte parça değişiveriyor, sağa sola salladığım flütle de cümle birden cırtlaklaşıyor ya da bir büyükbaş böğürtüsüne dönüyordu. Öyle komik ki daha sinirlenemeden güldüm.

Yeni bir ses deneyi haline gelen bu sinekli düo devam ederken, ikinci bir ses olarak sineğe (ve benzerlerine) sinirlenme üzerine düşünmeye başladım.

Ne oluyor? Nasıl oluyor?

Bir uyarana ne gibi bir tepki vereceğimi beyin kararlaştırıyor. Buna kız, çok kız, çileden çık, hoşlan vs. Tepki, sığırın konan büveleği kuyruğuyla savuşturması kadar düz bir refleks olabildiği gibi, uyarana atfedilen anlamlarla son derece çetrefil de olabiliyor.

Misal sinek. Sokacak, canımı yakacak, yumurta, parazit, mikrop bırakacaksa uzaklaştırmak gerek. Tamam. Ama böyle bir tehlike yoksa konup gezinmesine bu kadar aşırı tepki vermek niye?

Teninde öngörülmez hareketli bir şeyin teması neden huylandırıcı? Rüzgarın yüzüne düşürdüğü kendi saçların da rahatsız eder ya da elbisenin ensene batan etiketi. Ama bunlarla zıvanadan çıkmazsın. Sinekle çıkarsın. Bunda ona seninkine karşı çıkan bir irade atfetmek yok mu? O kadar otomatik, hiç durup incelenmeden tekrarlanan bir tepki ki pekişmişliği normal görülmesine yetiyor. Sinek kondu mu kovalanır, ısrarıyla deliye dönülür, bu böyledir!

Bu arada çaldığım parçada duraksadığım yere baktım. Parmakların teker teker hareketinde (ve sineksiz aralarda) artık hoş bir ses çıkarıyorum, bayağı olgun. Ama iki, üç, dört parmağın aynı anda kapanacağı yerlerde (sol’den do’ya geçiş gibi) hareketim o kadar akıcı değil. Aksamayı mikro seviyelerde görmek için çok yavaşladım. Çalışı büyüteçle izlemek gibi bir tür. Ve parmaklara öğrenmek, alışmak için zaman kazandırmak.

Aynını sineklerle de yapmaya koyuldum.

Gergin zembereğinin ucunda çat diye olup bitmeye hazır tepkini andan ana izle. Sineğin dolaşmasından huylanıyorsun. Ama bununla, şimdi yazarken defterin sayfa ayracı kırmızı kurdelenin bacağına (aldırmadığın) değişi arasında hiçbir fiziksel fark yok. Fark, tepkini nasıl kodladığında. Birine sinirlen, diğerine aldırma. Tepkinin haklılık hissi, katılığı, yoğunluğu aslında sineğin kendisinden daha asap bozucu değil mi? Böyle seyrederek, (telkinle değil; telkin hemen hiç kullanmadığım bir araç) neler olduğunu anlayarak kodlamayı ne kadar değiştirebilirsin?

Sineği kaldır, yerine nahoş (herhangi bir şey) ve ona tahammül-tahammülsüzlüğü koy. Durup anlamaya çalışmadıkça otomatik pilotta pekişen refleks tepkiler, evet, kesinlikle onlara yol açan uyaranlardan çok daha kısıtlayıcı, stres yaratıcı.

Sol’den mi’ye, sol’den re’ye, fa’dan do’ya yavaş yavaş, parmaklarımdaki sinekleri kovmadan, kendimi hislerini sonuna kadar götürmeye bırakarak gidip gidip geldim.


Bir taşla iki sinek vurduğum çalışmayı da böyle tamamladım.

3 Ekim 2015 Cumartesi

GÜZ GÜNÜ

Okullar açıldı. El ayak birden çekildi. Nedeninden habersiz doğayı insana çevirip şaşkınlığını hayal ederek gülümsüyorum. “En güzel zamanım. Sıcağın, ışığın, renklerin en tatlısını sunuyorum. Huzuru. Nereye kaçıştınız ki böyle birden?”

Ama hep orada olan, fark edilmek için zihnin yatışmasını bekleyen dinginlik, ıssızlığın getirdiği sessizlikle öne çıkıp derinleşiyor.

Kavga gürültü, çatışma, kan-ter-gözyaşı, düşüncesiyle zehir olup içime akmıyor. Kaçmadığım, sulandırmadığım bir gerçeklik olarak orada. Sessizliğin kıyısında.

Mavi dupduru. Işığın sarısı artık cırtlak değil. Canlılığı usul. Suyun sıcağı havanınkiyle birlikte gösterişsiz ama büyük bir sevgiye denk bir dokunuşla kucaklıyor bedeni.

Güneş batarken çatıda oturuyorum. Gözlerim kapalı. Hafif esinti yumuşak bir fırça olup altın ışığı, ısıyı üstüm başıma yayıyor. Kulağımda denizin sesleri.


Kendinden ibaret bir sonbahar gününün dört duyulu tuvaliyim.