Tekne turu düzenleyen iki yer var, dedi Sangeeth. Biri
17, diğeri 50 km uzakta. Daha uzaktaki daha çok yere götürüyor. Sen seç.
Kilometreleri sağına bir sıfır ekleyip yolu öyle tartacak
kadar zaman geçirmişim, kısa yoldaki herhalde, dedim.
Ben dolaşırken araştırmış. Buluştuğumuzda “İlkinin pek
bir şeye benzemediğini öğrendim” dedi.
“Uzaktakine gidelim. Bu senin tatilin,
en güzellerini görmelisin. Sabah erkenden çıkarız, trafiğe takılmayız.”
Bu çocuk bir pırlanta! Ya da Sri Lanka değerlisi, aytaşı.
“Olduğun gibi kal Sangeeth. Paranın seni bozmasına izin
verme.”
“Yok. Bütün dertleri para olan insanlara bakıyorum.
Başkalarını mutlu etmeye, rahat ettirmeye hiç aldırmıyorlar. Tabii para
kazanacaksın ama bunu iyi karma biriktirerek yapmalısın. Nasıl öldüğün önemli.
Bunlar hiç ölmeyecek gibi yaşıyor. Sonra yaşlandıklarında beyazlara bürünüp
tapınağa gitmeye, sunular yapmaya başlıyorlar. İşin aslını anlamaya. O zaman da kendileri için korkmaya. Ama kimi kandırıyorlar ki?!”
İki meslektaş gibi konuşuyoruz. Şoför kendi konaklamasını
karşılıyor. Bazı yerlerde onlara ayrılmış yatakhaneler var.
“Tangalla’dakini gördün.” Ertesi günü planlamak için
Sangeeth’i aradığımda hapishane koğuşu gibi bir yerin kapısını açmışlardı. Çok yataklı, büyücek bir oda. Cehennemi sıcakta, onca yolun yorgunluğuyla kendinden geçmiş, uyuyordu.
“Oysa şoförler önemli, değil mi? Onlara müşteri
getiriyoruz. Doğru dürüst dinlenmemiz de önemli. Yol hataya gelmez. Onlarsa
karnını doyurmanın, rahat uyuyacağı bir yer göstermenin kendilerine kaça
patlayacağının hesabını yapıyorlar. Bazı yerler iyidir ama. İnsana insan gibi
davranmayı bilirler.”
Turizmdeki geçmişimi canlandırıyor. İçinden geçtiğim
alacalı insan manzaralarını. En büyük doyumu, insanlardan tam akort edilmiş
teller gibi gönül okşayıcı yankılar almada buluşumu.
Çalışırken komisyon işinden ne kadar rahatsızlık
duyduğumu (abartılı yüzdeleri) söylediğimde buradaki işleyişi anlattı. “Makul”
dedim. “Elbette alacaksın.” Ama gözünü çıkarmadan.
Tekne kulübünde bizi karşılayan nazik adam, bilgisi, anlayışı
kıt, aklı bir karış havada turiste (ya da 5 yaşındaki çocuğa veya bunamaya
başlamış aile büyüğüne) seslenilirken takınılan tavırla tane tane programı anlattı.
Mangrov? Biliyordum tabii. Budist tapınağı? Şimdiye kadar
20-30 tane gezmişimdir. Tarçın? Bilmem mi, çok kullanırız. Balık masajı mı?!
Bak o hoş işte.
Atladık tekneye, okyanusa karıştığı yerin yakınından vurduk
çok geniş ırmaktan yukarı.
Şu sudan bitme kök ve dallı mangrovlar.. Sempatimle
hayranlığımı aynı anda çeken nebatattan. Ve maymunlar bunlara ne yaraşıyor.
Birinin bitkisel, diğerinin hayvani oyunculuğuyla tencere ve kapak gibiler.
Yemyeşil kıyılardan kıvrıla kıvrıla yemyeşil suda
ilerledik. Esinti ne tatlı geliyordu.
İrili ufaklı adaların etrafını döndük. Yok, Budist
tapınağında inmeyecektim. Göbekli Çin versiyonuna karşılık sırım gibi tasvir
edilen Sri Lanka Buda’sı gerçekten hoşuma gidiyor ama uzanmış, ayakta, lotus
oturuşunda, çember çevirir, selamet diler, tefekkür halinde, üç parmaktan 70
metreliğine, alçıdan altın kaplamalısına, granite, ayy, geçende haresi neon ışıklısına!!
kadar mebzul miktarda görmüş, doymuş hissediyordum. Bu bolluğa, taşkınlığa da
en çok Buda adına üzülüyor.
Hint tapınağı mı 200 yıllık? Olamaz. Baksanıza,
çimentodan.
Tarçın adası. Turistik. Betel kızılı dişli bir adam
bitkiyi gösterdi, bir avuç yaprak koparıp ezip elime verdi. Keskin, mis gibi
kokusu. Sonra çubukları havuç gibi soyup (yeşil kabuklarıyla ateş yakarlarmış,
tam kafa bulmalık) nasıl kuruttuklarını (gölgede, sal gibi birbirine bağlayıp
kamış damın altına bitiştirerek), yağını nasıl çıkardıklarını anlattı.
Gösterisine bir de hindistancevizi kabuğunu saç gibi yolarak şıpın işi büküp
sicim elde etmeyi ekledi. Bir palmiye yaprağını aynı usta ellerle sepet gibi
örerek yaptığı “Sri Lanka yelpazesiyle” beni yelledi biraz. Sonunda da tek
torba tarçın alışımla hayal kırıklığını hiç gizlemeden arkasını dönüp gitti.
En eğlencelisi en son geldi: Balık masajı. Entipüften bir
iskelede çiftliğin balık havuzları arasında yürüdük. Bizi gören kırmızılı
karalı, irili ufaklı balık, balık istifi kapatıldıkları karelerde alt alta üst
üste yüzeye çırpınarak ağız açıp açıp kapamaya başladı. Elime verdikleri bir çanak yemi (“Bu
onları canlandırır!”) en sondakine, iskeleye oturup ayaklarımı aralarına
sarkıtacaklarıma sakladım. Tuhaf duyguydu. Pulsuz, kaygan, kıvıl kıvıl bir
dokunuş. Isırmayla dudaksız bir öpücük arası bir temas. İrkildim, gıdıklandım,
hoşlandım. Eğlendim. Balık akıllı ya da hallicesi, bütün varlıklara ayrım
gözetmeden sahip çıkan doğa dostları günahımı affetsin!
Ayağa kalktım, döndüm. Bir oğlanın sunu atkısı gibi uzattığı
40 santim filan boyunda kara bir timsah yavrusuyla burun buruna geldim.
“Dokunabilirsiniz.” Eh, o da eksik kalmasın bari. Meşinle taş arası çok sert,
pütür pütür bir deri. Çarpık çurpuk dişler. Bulanık bir göz. Neredeyse
kıpırtısız bir beden. İki buçuk yaşındaymış. “60 yaşlarında gerçek boylarına
ulaşırlar.” O kadar uzun (200 yıl) yaşıyorlarsa niye acele etsinler ki?
“Elinize almak ister misiniz?” Yok, o kalsın.
Tur, ırmağın okyanusa döküldüğü yere uzanışla bitti.
Suyun saydamlaştığı kumlu sığlık fildişine dönüyor, belirsiz bir geçişle
maviye, ardından laciverde kavuşuyor, derinleşip hırçınlaşan sular ilerideki
kayalıkları dövüyordu. Beride suda eğlenen çocuklar (onlardan uzakta kızıl
ağını atan daha büyük bir tanesi). Kaptan fotograf çekeyim diye oyalanıyordu.
Dayanılmaz çekici görüntüler ama mangrovlardaki maymunlar muamelesi yapmak
istemiyordum: Turistleri canlandıracak bir avuç yem. Baktım öyle değil, henüz
sağlam, bembeyaz 32 dişleriyle gülüyor, el sallıyorlar, selamlarını alıp Alex’i
üzerlerine saldım. Foto üzerine foto çektim.
İyice turistik günümüzün son durağı aytaşı madeni-satış
mağazasıydı. Sundurmasında bir Mercedes’in park ettiği gösterişli beyaz
konaktan çıkan gömlekli ceketli kravatlı kel bir adam beni arka bahçeye
götürdü. Ahşap bir çardak altındaki etrafı ak balçık bir kuyu başına. Maden
burasıymış. Yerin 10 metre kadar altına uzanırmış. “İşçiler aşağıdan beyaz
çamuru çıkarıp şu gördüğünüz çıkrıkla indirilen kovalara doldurur.” Kuyu
başında çamuru çiğneyen bir çift kara bacak. “Böylece ayıklanan taşlar berideki
suda yıkanır.” Sivri dipli bir sepete konan taşlara ben ve birkaç turist için
yaptırılan banyo. Esmer avuçlarda uzatılan sütlümsü aytaşları, sonra başka bir çanaktan avuçlanan rengarenk yarı değerli taşla tam fotograflık gösterinin tekrarı.
“Aşağıda kaç saat çalışıyorlar?”
“Sekiz. Çok sıcak, rutubetli olduğundan daha uzun
kalamazlar. Vardiyalar halinde çalışılır. Evet, ağır iş ama hangi iş değil ki?”
Seninki mesela. Ya da benimki.
Tarçın ağaçları ve altlarında sergilenen tozu, kabuğu, yağları
arasından (“Hayır, teşekkürler, tarçınların oradan geliyorum”) taş kesme,
cilalama, işleme atölyesine geçtik. Yeni yıl dolayısıyla kimse yoktu.
Oradan da, gösterişli konağın ayrıcalıkla
iklimlendirilmiş satış mağazasına. Duvarlar boyu camekanlarında ışıldayan takı.
Köşedeki bir masada kara çarşaflı karısına mücevher seçen bir Arap. Dolanan
orta halli turistler.
Aytaşı sandığım gibi opal değil, başlı başına bir
mineralmiş. “Astrolojiye inanıyorsanız özellikle önerildiği burçlar vardır.
Kristal şifacılığı ve geleneksel hekimlikte de makbuldür. Usul, sürekli ve
yatıştırıcı, sağaltıcı bir enerji verir. Baş ağrılarına da iyidir.” Astrolojiye
inanmam, baş ağrısına karşı daha gevşek ama daha beyaz başka bir şey, Aspirini
tercih ederim. Yine de bu taş tüm rengi, ahenkli çelişkileriyle Sri Lanka’nın
uyandırdığı izlenimin iyi bir simgesi.
İki dünyayı birden gören tanrıçanın gözü gibi bombelenmiş
bir kolye ucu aldım.
Zengin
yoksulluğuyla Sri Lanka’nın gözü, uzaklarda bile olsan üzerinde kalacak:
Buralarda gözün, kulağın, yüreğin ardına kadar açılmış yaşadığın her şeyin
anısını bir dokunuşta yeniden canlandıracak desin istediğim bir
Sri Lanka yarı değerlisi.