28 Mart 2018 Çarşamba

UZAYINI YARATMAK


Koşullar, ülke, insanlar (daha doğrusu bunların bendeki tasavvurları) üstüme üstüme gelip kuşattığında ezilip yamulup kurumaya çeyrek kala yana çekilip debriyaja basıyorum sanki.

Bir alan açılıyor. Dar ağızlı geniş bir iglo? Oksijen çadırı? Camları buğulu bir sera?

Nabzım normale dönüyor, nefesim. Baskı. Soyut somut, iç dış. Burada, burnuma dayanan senaryolardaki önceden biçilmiş rollerden özgürüm. Cüssesine, istiap haddine bakmadan insana dayatılan büyük fikirlerden, tepkileri biçimleri ve şiddetleriyle belirleyen katı tasavvurlardan. İnsanı kendi olmaktan, hayatını dolaysızca yaşamaktan alıkoyan bütün o “şöyle olmalı-böyle olmalı”lardan, her şeyi açıkladığı iddiasındaki bomboş “çünkü”lerden.

Yaşam burada yeniden yalınlaşıyor. Fiziksel özüne yaklaşıyor.

Sap samandan, kaçınılmaz ıstırap insanın kendi eliyle kendi üzerine yüklediklerinden ayrılıyor.

Kolektiften ayrılıyorum.

Pençesi çok güçlü bu fikir, ama’ları, herkes senin gibi davranırsa’ları, utanç, en azından kuşku uyandırması beklenen türlü yaftası ile uzağımda, dışımda kaldıkça alanım daha da genişliyor. Soluksuz şehrin sonsuz uğultusundan kimsenin gelip geçmediği bir kır kavşağına gelmiş gibi oluyorum.

Bana düşen yaşamak. Kimseye zarar vermeden. Toplu takıntıların dışında. Burnuma dayatıldığına ayıldığım hiçbir zihinsel yükümlülüğe he demeden.

Kendi uzayımda.

Dokunmanın, bitişmenin, sokulmanın, umumu izlemenin el üzerinde tutulduğu bir toplumda dar ağızlı geniş bir iglo, oksijen çadırı, camları buğulu bir sera mı bu? Belki. Belki de değil.

Neyse o.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder