Koşullar, ülke, insanlar (daha doğrusu bunların bendeki
tasavvurları) üstüme üstüme gelip kuşattığında ezilip yamulup kurumaya çeyrek
kala yana çekilip debriyaja basıyorum sanki.
Bir alan açılıyor. Dar ağızlı geniş bir iglo? Oksijen
çadırı? Camları buğulu bir sera?
Nabzım normale dönüyor, nefesim. Baskı. Soyut somut, iç
dış. Burada, burnuma dayanan senaryolardaki önceden biçilmiş rollerden özgürüm.
Cüssesine, istiap haddine bakmadan insana dayatılan büyük fikirlerden,
tepkileri biçimleri ve şiddetleriyle belirleyen katı tasavvurlardan. İnsanı
kendi olmaktan, hayatını dolaysızca yaşamaktan alıkoyan bütün o “şöyle
olmalı-böyle olmalı”lardan, her şeyi açıkladığı iddiasındaki bomboş “çünkü”lerden.
Yaşam burada yeniden yalınlaşıyor. Fiziksel özüne
yaklaşıyor.
Sap samandan, kaçınılmaz ıstırap insanın kendi eliyle
kendi üzerine yüklediklerinden ayrılıyor.
Kolektiften ayrılıyorum.
Pençesi çok güçlü bu fikir, ama’ları, herkes senin gibi
davranırsa’ları, utanç, en azından kuşku uyandırması beklenen türlü yaftası ile
uzağımda, dışımda kaldıkça alanım daha da genişliyor. Soluksuz şehrin sonsuz
uğultusundan kimsenin gelip geçmediği bir kır kavşağına gelmiş gibi oluyorum.
Bana düşen yaşamak. Kimseye zarar vermeden. Toplu
takıntıların dışında. Burnuma dayatıldığına ayıldığım hiçbir zihinsel
yükümlülüğe he demeden.
Kendi uzayımda.
Dokunmanın, bitişmenin, sokulmanın, umumu izlemenin el
üzerinde tutulduğu bir toplumda dar ağızlı geniş bir iglo, oksijen çadırı, camları
buğulu bir sera mı bu? Belki. Belki de değil.
Neyse o.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder