30 Mart 2018 Cuma

SONRASI SESSİZLİK


Bir çizim aldı beni nerelere götürdü.


Daniel Barber. Deniz Etüdü (Çalkantı), 2018. Kağıt üzerine karakalem 
(101,6 x 55,9 cm)

Şahlanan dalga. Baktım. Baktıkça dalganın kudurgan gücü beni girdabına, ardından derinliklerine çekti. Ertesi sabah aklımda Aldous Huxley’den bir roman başlığı, *Derinliklerin Huzuru ile uyandım.

Yüzeyin kargaşası ile derinlerdeki dinginlik. Söyleyecekleri kadar sessizliğiyle de en yüklü zıtlıklardan biri bu derken, sanatçıyla yazılı sohbetimiz bizi Huxley’den denemelerine, bunlardan da özellikle birine, Sonrası Sessizlik’e (The Rest is Silence) götürdü.

Hamlet’in son sözlerini başlık eden bu deneme, sessizliğin gücüne gözümü kulağımı açmış, beni derinden etkilemiş gözdelerim arasına girmişti.

On yıllar sonra başka bir alıcılık, hasretle yeniden okudum.

Bu çalkantı, gürültü kıyamet zamanında daha başka kimin işine yarar, bir şeyler fısıldar, kim bilir diye de çevirdim.

Buyurun.


SONRASI SESSİZLİK – ALDOUS HUXLEY

Katıksız hissedişten güzellik sezgisine, haz ve acıdan mistik esrime ve ölüme, temel olan, insan ruhu için en derinden anlam taşıyan her şey yalnızca yaşanabilir, ifade edilemez. Sonrası her daim ve her yerde sessizliktir.

Sessizlikten sonra dile getirilemezi ifade etmeye en fazla yaklaşan müziktir. (Bütün iyi müziklerin ayrılmaz bir parçasının sessizlik olması anlamlı. Beethoven ya da Mozart’ınkiyle kıyaslandığında Wagner’in kesintisizce çağıldayan müziği sessizlikten yana pek fukaradır. Diğerleri yanında çok daha önemsiz olmasının bir nedeni de belki budur. Daha az şey “söyler” çünkü durmadan konuşmaktadır.)

Başka bir biçimde, farklı bir varlık düzleminde müzik, insanın kimi en anlamlı ve en dile gelmez deneyimlerinin dengidir. Gizemli bir benzeşim ile dinleyicinin zihninde kimi zaman bu deneyimlerin hayaletini, kimi zaman da olanca güçleriyle yaşantıların kendilerini canlandırır. Bu bir yoğunluk meselesidir. Hayalet sönük iken gerçeklik yakın ve yakıcıdır. Müzik iki şekilde de canlandırabilir; nasıl olacağı tesadüfe ya da kadere kalmıştır. Yüreğin bu gelgitleri bilinen bir yasaya bağlı değildir. Müziğin kendine has bir diğer özelliği, bu şekilde hatırlanan özgün yaşantılar ne kadar anlaşılmaz ve bir biçimde karmaşık olursa olsun deneyimleri mükemmel bütünlükler (her bir dinleyicinin belirli bir tecrübeyi yaşama kapasitesine göre mükemmel ve bütün) bir halde canlandırma gücüdür (bu gücü de bir noktaya kadar bütün diğer sanatlarla paylaşır). Sanatçıya, hele müzisyene “oldum olası hissettiğimiz ama hiçbir zaman dile getiremediklerimizi açık seçik ifade ettiği” için şükran duyarız. İfade gücü yüksek bir müzik dinlerken yaşadığımız elbette sanatçının deneyimi değildir (armut ağacı elma vermez; o bizim ötemizdedir). Fakat doğamızın elverdiğinin en iyisini; müziği dinlemezden önce deneyimlediğimizin daha iyi ve daha bütünlüklüsünü yaşarız.

Müziğin dile getirilemezi ifade gücü söz sanatçılarının en büyüğü tarafından bilinmiştir. Othello ile Kış Masalı’nı kaleme alan adam, sözcüklerin ifade edebileceği ne varsa dile getirme yetisine sahipti. Ama yine de (burada Wilson Knight’ın son derece ilginç bir denemesine teşekkür borçluyum) ne vakit gizemli bir heyecan veya sezginin iletilmesi gerekse Shakespeare bunu müziğe havale ederdi. Kendi naçizane tiyatro yapımı deneyimim, bana iyi seçilmesi halinde müziğin beklentiyi asla boşa çıkarmadığını gösterdi.

Ses Sese Karşı romanımdan uyarlanan oyunun son perdesinde Beethoven’un La minör dörtlüsünün ağır bölümünden seçmeler dramanın bir parçasını oluşturmakta. Ne piyes ne de müzik bana ait olduğundan oyun sırasında icra edilen Heilige Dankgesang’ın (Kutsal Şükran) en azından benim zihnimde olağanüstü olduğunu rahatça söyleyebilirim.

“Yeterince yerimiz ve zamanımız olaydı..” Fakat bu ikisi tam da tiyatronun bize veremeyecekleridir. Kısaltılmış oyunda, romanda ahenge doğru işlenmiş, hiç değilse işlenme amacı güdülmüş "ses" ve “karşılıklarının” atlanması gerekmişti. Oyun bir bütün olarak tuhaf bir şekilde katı ve kabaydı. Bu neredeyse kaskatı alemde bir anda patlarcasına beliren Heilige Dankgesang adeta doğaüstü bir şeyin tezahürüydü. Sanki korkunç, yine de güven veren, kavranamaz bir huzurla gizemli bir şekilde sarmalanmış ilahi güzellikte bir tanrı yeryüzüne inmişti.

Romanım Eyüp Kitabı, onu sahneye uyarlayan Campbell Dixon da Macbeth’in yazarı olabilirdi; yeteneğimiz ne olursa olsun, ne kadar emek verirsek verelim, o üç dört dakikalık kemanın duyarlı bir dinleyicinin önüne her nasılsa öylesine ışıl ışıl bir berraklıkla serdiğini sözcükler ya da oyunculukla ifade edebilmemizin hiçbir yolu olamazdı.

Sıra dile getirilemezin ifadesine geldiğinde Shakespeare kalemini bir yana bırakıp müziği yardıma çağırıyordu. Ya müzik de yetmez olursa? İşte o vakit de her daim başvurulacak sessizlik var. Çünkü her zaman, her zaman ve her yerde, sonrası sessizlik.

__________
*La Paix des Profondeurs, Eyeless in Gaza’nın Fransızca’ya çevirisi

29 Mart 2018 Perşembe

KOKU VE ŞEHİR


Erimtan Müzesinde çok ilginç ve alışılmadık bir duyuyu daha dahil eden bir sergiyi bitmek üzereyken yakaladım, ne iyi oldu!

Birkaç nesne, bol belge ama asıl kokulardan oluşan ve insanı burnundan kavradığı gibi hafızanın en derinde yer eden katmanlarına çeken müthiş bir çalışma.



Pagan geleneklerden Bizans’a, oradan Osmanlı ve günümüze, şehirlere, mekanlara ve insanın üstü başına sinmiş kokularla çıkarılan bir tarih. Ve bugün.



Düğmelere basıp harekete geçirdiğim kokular arasında esriyerek dolaştım, kokuları tahmin etme oyunları oynadım. Misk’ten girip egzozdan, çimenden vurup erguvandan çıka, kokular ve çağrıştırdıklarıyla burnuma bayram ettirdim. Şimdi düşünüyorum da, en dolaysızından bedensel bir gezi oldu.




Ağzım kulaklarımda, ipil ipil yağan yağmura çıktığımda Samanpazarı (çuval çuval yün, baharat, sabun, top top kumaş ile türlü çeşitli dükkan, kapıları açılıp kapandıkça nefesi dışarı sızan kahve, lokantalar, sokaklar) serginin devamı oldu, yağmurla dirilen yer ile gök de koskoca bir buhurdanlık.















28 Mart 2018 Çarşamba

UZAYINI YARATMAK


Koşullar, ülke, insanlar (daha doğrusu bunların bendeki tasavvurları) üstüme üstüme gelip kuşattığında ezilip yamulup kurumaya çeyrek kala yana çekilip debriyaja basıyorum sanki.

Bir alan açılıyor. Dar ağızlı geniş bir iglo? Oksijen çadırı? Camları buğulu bir sera?

Nabzım normale dönüyor, nefesim. Baskı. Soyut somut, iç dış. Burada, burnuma dayanan senaryolardaki önceden biçilmiş rollerden özgürüm. Cüssesine, istiap haddine bakmadan insana dayatılan büyük fikirlerden, tepkileri biçimleri ve şiddetleriyle belirleyen katı tasavvurlardan. İnsanı kendi olmaktan, hayatını dolaysızca yaşamaktan alıkoyan bütün o “şöyle olmalı-böyle olmalı”lardan, her şeyi açıkladığı iddiasındaki bomboş “çünkü”lerden.

Yaşam burada yeniden yalınlaşıyor. Fiziksel özüne yaklaşıyor.

Sap samandan, kaçınılmaz ıstırap insanın kendi eliyle kendi üzerine yüklediklerinden ayrılıyor.

Kolektiften ayrılıyorum.

Pençesi çok güçlü bu fikir, ama’ları, herkes senin gibi davranırsa’ları, utanç, en azından kuşku uyandırması beklenen türlü yaftası ile uzağımda, dışımda kaldıkça alanım daha da genişliyor. Soluksuz şehrin sonsuz uğultusundan kimsenin gelip geçmediği bir kır kavşağına gelmiş gibi oluyorum.

Bana düşen yaşamak. Kimseye zarar vermeden. Toplu takıntıların dışında. Burnuma dayatıldığına ayıldığım hiçbir zihinsel yükümlülüğe he demeden.

Kendi uzayımda.

Dokunmanın, bitişmenin, sokulmanın, umumu izlemenin el üzerinde tutulduğu bir toplumda dar ağızlı geniş bir iglo, oksijen çadırı, camları buğulu bir sera mı bu? Belki. Belki de değil.

Neyse o.

20 Mart 2018 Salı

KÜÇÜK EV – BÜYÜK ŞEHİR

Ayrılığımızın beşinci yılı, İstanbul’a giderek yurdum, yuvam yerine turist duygusuyla uğruyorum.

Aradan aylar geçmiş, küçük ev beni sorunsuz karşılıyor. Onunla kaldığımız yerden kucaklaşıyor, birbirimizi sarıp sarmalıyoruz.

İstanbul’la ise işler bu kadar yalın, kolay değil. Yavaş yavaş, azar azar değişirken doğan kuşkuları yakınlığın, aşkın sıcağında erittiğin, başkalaşımın ancak araya mesafe girdiğinde vurucu olduğu bir sevgili gibi o. Sen bu kadar hoyrat mıydın? Savruk, kaba? Çirkin? Nerede kaldı şeytan tüyün? İnsanı baştan çıkaran cilven? Ruhunun dipsiz derinliği, katman katman zenginliği, renkleri? Ya benim, senin içinde dalga dalga yayıldığını hissettiğim yankım, yansımalarım?

Yoksa sen ne idiysen o iken ben mi seni kılıktan kılığa sokuyorum?



*
Üç ay sonra Taksim. AKM’nin cephesi yıkılmaya başlamış. Heykelin ve çiçekçilerin arkasında yükselen caminin kubbesi örülüyor.

Senin tektipleşmen kadar grileştirici bir şey daha varsa, buna adını böyle koyup hep aynı çaresiz öfke ve hüsran karışımıyla tepki duymak İstanbul.

Sana ne olduğunun, kelimesi kelimesine aynı ve aslında hiçbir şey açıklamayan saptamalarla açıklanması. Aynı şeylerin aynı yazıklanmalardan başka şey doğurmaması. İktidarla birlikte yitirilen çözüm (bırak bulmayı, arama) becerisi.

Bakıp hep aynı şeyleri görüp aynı şekilde anlatmak, bunu da iktidarsızlaşmanın ortak dili haline getirmek, tanık olduğum dönüşümünden bile önce ve daha bunaltıcı belki İstanbul? (Oysa asıl algı ve düşüncede bu şekilde çaptan düşmek değil midir iktidarsızlaşmak?)

Böylece, elimden tutup artık parçası olmadığım bir dönüşümde bana yol gösterecek, nostaljiyi zehir ve panzehir edecek, paylaşımı (sonsuz tekrarı) ile avutacak bir anlatıya karşı çıkarak dolaşıyorum. Algılarım ise bir yandan bildiklerini okuyor, aynı uyaranlara aynı irkilmeyle karşılık veriyor. Senin (buna başka bir yorum bulana kadar öyle diyelim) bölünmüşlüğüne İstanbul, karşılığım içimde işte böyle bir bölünme oluyor. Başını taşlara vurmayı reddeden kafa ile başını taşlara vuran duygu arasında.

Birkaç saatte tükenmiş, kendimi küçük evin hiçbir zaman esirgemediği dinginliğe atıyorum.


Büyük şehir daralırken küçük ev genişliyor.

17 Mart 2018 Cumartesi

HAVALANDIRMA


Farkındalık meditasyonu (vipassana), insanın zihin örüntülerinden, duygusal tepkiler, korku ve kaygılarından bir adım geri çekilip bedene, hayatın dolaysız sahnesine odaklanma pratiği.

Zihinsel ve duygusal, güdüsel işleyişim, normalde üstümden hiç çıkarmadığım için artık tenimden bildiğim çamaşır misali dışıma, öteme alınıp “havalandırılıyor” böyle.

Özdeşleşme kesintiye uğradığından, önüme serilenlerin en karanlık kıyı bucağına bile utanç ya da suçluluk duymadan, kendimi kıyıp doğramadan bakabiliyorum. İltihaptan utanır mısın? Şiddetli bir rahatsızlığın acısını çektiğin için suçluluk duyar mısın?

Bakışıma yansızlık, bunun hemen ardından anlayış geliyor, o da şefkat, merhamet getiriyor. Beni kınamayacağına, incitmeyeceğine, dışlamayacağına güvendiğim bir dosta açılır gibi oluyor yüzleşmeler.

A-ha, demek böyleyken böyleymiş.

Böyle derin ve yakın bir ilişki başkaları karşısında da ahlakçı, ıslah edici bir tavır takınmanın önüne geçiyor. Kendini yargılamadan önce bakan, gören, anlayan, başkasına da öyle yaklaşmaz mı?

*
Psikanalizin katı bir kendilik fikrini pekiştirip pekiştirmediğini sorduğum psikolog arkadaşım (anlatıların tartışmasız bir gerçeklik kazandıracak kadar kurcalanması değil mi bu sonuçta?) öyle olmadığını söyledi.

“Psikanaliz tedaviye değil, anlamaya yöneliktir.”

Analiz edilen getirir, malzemesini ortaya serer, diğer bir çift gözün yardımıyla bunlara bakılmamış açılardan bakılır, sorulmamış sorular sorulur. Işık tutulur.

Hiç çıkarmadığın, derine yapışmış, meşinleşmiş çamaşırdan soyunup bunu dışarı, açık havaya asmanın başka bir yolu demek.

Meditasyon ve psikanaliz, her iki yöntemde de başka ya da başkalaşmış bir çift gözün yardımı var.

İkisi de özdeşleşmeyi, yer etmiş düşünce ve duygu alışkanlıklarını kesintiye uğratıp kendine, çevrene, hayata bunların ötesinde bakma, dokunma pratiği.

İlki bedava. Senden tek istediği, yağmur demeden çamur demeden devam etmen. Zamanı geldiğinde sana seni anlatmaya başlayacağına güvenerek.

Öyle de yapıyor çünkü. Seni, seninle birlikte insanı ağrısız sancısız (ama bazen adamakıllı sarsarak) gözünün önüne, güneşin altına seriyor.

16 Mart 2018 Cuma

TURİST AMA


Turist olmak tercihi, yönelimi, eğilimi olmamak demek değil.

Bunlara kısmen gayet de vurgulu bir şekilde sahibim. Sözgelimi disiplin, doğruluk, sözünün eri olmak, zarar vermemek benim de gözettiğim şeyler.

Fark, bunları ilkeler, normlar biçiminde genelleştirmemek, koşullar üstü bir geçerlik iddia etmemek, kendi üzerimde birer zorlayıcılık olarak almamak. Hayatımı daha sürtüşmesiz, tatlı, güvenilir, verimli vs kıldıkları için yollarından gitmek. Bana hizmet ettikleri için.

Dolayısıyla önüme gelene ardından baktığım, yargıladığım, etiketlediğim, görüntüyü şiddetle kıran kalın filtreler olarak kullanmamak.

İnsanla hayat arasında giren baş yabancılaştırıcının fikirlerin, normların vs sultası altında yaşamak olduğunu görür oldum.

Ben değil, sen değil, kimse olmayan soyut bir insan fikri adına verilmiş fermanlar yaşamı nasıl bir yük, yutulmaz bir lokma, tatsız bir vazife haline getiriyor, dolaysız algılamayla gelen canlılığın, yaşama sevincinin canına okuyor.

Makbul insan olmanın gerekleri ister inançla ister ideolojilerle dayatılsın beni benden almıyor mu?

Ben ideallerle boy ölçüşmek zorunda değilim. Benimsemediğim, benimsetilmediğim, o yönde ehlileştirilmediğim sürece hiçbir fikre, kavrama bir borcum yok.

Yüceltilen kültürel değerlerle de aynı geçerli. Sözgelimi Batı kültürü. Bir vakitler ulaşılmaz, ezici gelen doruklarından bugün daha büyük, üstelik hakiki bir zevk alıyorum çünkü içine adım adım ve saygıyla, ansiklopedik bir kapsayıcılıkla girilmesi vaaz ya da ima edilen bir şey olmaktan çıkardım onu; çocuğun bisikleti, salıncağı gibi, şu kenarı bu köşesini öyle olmalı-böyle olmalılardan özgür bir keyfilikle seçtiğim, kendimin kıldığım bir oyun arkadaşı, oyuncak gibi yaklaşıyorum. Böylece şaşırtıcı bir şekilde derinleşen takdirimde teklifsiz, içli dışlı, senli benliyim. Mirasını dolaysız, algısal bir keşfin kişiselliği ile tadına varılan ürünler haline getirdim.

Turist olmak tutkusuz olmak da değil. Ama tutkuyu geçip gitmeye, kapıyı yenisine açmaya bırakmak. Amacı, amacın aracından ibaret kalmadan gütmek, artık bir şey ifade etmediğinde yoluna devam etmek.

Geçerliği ve zorlayıcılığına inanmak, inandırmak için, seküler ya da değil, kutsal, dokunulmaz kıldığımız, birey üstü bir yere oturttuğumuz büyük fikirlerin, kavramların birer kurgudan ibaret olduğuna uyandığım an hayatla ilişkim dolaysızlaştı, yalınlaştı, hafifleyip rahatladı. Tatlandı.

15 Mart 2018 Perşembe

TURİST


Arkadaşım, psikologun verdiği testte geçen sorudan söz ediyordu:

“Bu dünyaya görevli geldiğinizi hissediyor musunuz?”

Yanıt onun için su götürmez bir evet idi, benim içinse su götürmez bir hayır olduğunu bildim.

Güldüm:

“Yok, ben turist olarak gelmişim.”

Bir şeyleri değiştirmek, iyileştirmek, korumak yani müdahil olmak hiçbir vakit güdülerim olmadı. Kanım, okumuş yazmışın, entelektüelin nezdinde makbul olan, canı gönülden inanılabilen bu sâiklerle kaynamadı.

Hayata müdahalecilikle değil, seyircilikle dahil oluyorum. İlişkilenme biçimim bir antropolgunki ile turistinki arasında.

Ama temasın derinliğinden bir şey eksiltmiyor bu; etkin, aktif olma yükünün (aksi halde binen suçluluk duygusunun) olmayışıyla belki artırıyor.

Dünyayı batıranlarla kurtaranlar ve statükoyu sürdürenler arasında bir turist.

Meraklı, ilgili. Heyecanlı.

Ve gidici.

8 Mart 2018 Perşembe

SÜNGERİN EMEMEDİĞİ


Sünger peteklerle yalıtılıp stüdyoya dönüştürülmüş küçük odanın içime çektiğim sünger kokulu havasını üflediğimde flütüm sanki ufalmıştı. Sesi bozmadan biraz daha artırmayı denediysem de sonuç değişmedi.

Duvarlar burnumun dibine gelmiş gibi bir daralma. Grileşme, ruhsuzlaşma.

Yankısızlığın etkisini o zaman anladım.

Sadece nefesimi değil, ona sevgiyle kendince bir ruh üflediğimde yanlış vurguların, teknik eksiğin bile öldürmediği tatlılığı, düşleri, hayalleri uçup gitti.

Meğer alışılmış ortamlarda, doğada küçük flütümü böyle hoş bir yoldaş yapan yankısıymış. Renkten renge giren, uzayıp kısalan, başka yankılarla oynaşan aksi.

Tesisat borusuna üflemekten farksızdı böyle.

“Ama dinlemiyorsunuz” dedi hocam. “Şurada hızlanıyor, hemen ardından frene basıyoruz, tersini yapıyorsunuz.”

Sünger duvarlar flütün ruhuyla birlikte kendiminkinin yaşsız gençliğini de kapıp koparmış gibiydi. Kibarlığından bir şey kaybetmeyen genç adamı birden torunum olacak yaşta hissettim. Kısalmış, güdükleşmiş, yaşlanmış, elimden geleni yaptım.

“Sayıyoruz. Bir, iki, üç, tam dört ölçü boyunca uzuyor bu nota, değil mi? Neden kısa kesiyorsunuz?”

Tamam, kısa kesmek kötü bir alışkanlığım ama bu sefer benden değil, yankı koparan bu odadan oluyor.

Omuzlarım düşmüş, “Nota diyeceğini dedi işte, lafı uzatmasından sıkılıyorum da” dedim.

Sadece ritim değil de, duygu, müzikalite üzerine de ufak tüyolar verse?

“İşte orada işin içine yetenek giriyor” dedi, eklemediği “o da sizde yok” kısmını da ben işittim.

Tezahürü kurtarmak için “Tabii önce teknik sorunları halletmek gerek” dedim ve tümünü sadece bu soğuk, katı, gri gerçek ardından gördüm. Evet, diye karşılık verdi, “Oraya da yolumuz çok uzun.”

Omuzlarım biraz daha düşmüş, teşekkür edip dışarı, sağanağa çıktım.

Yalıtılan yankı olmakla kalmadı belki, yanılsamayı da mı götürdü?



Kulağım birden açıldı, camlara hücum eden yağmurun gür sesini kana kana içime çektim. Su, hareket, silecekler görüntüyü kırıyor, çarpıtıyor, yayıyor, katmanlandırıyordu. Tünelde, köprü altlarında kıyamet kesintiye uğruyor, her şey bir anlığına normale dönüyordu. (Çılgınca bir tempoda 32’lik bir sus gibi diye geçti aklımdan.) Hayranlıkla içime çektim. Ne dans!

Silecekler yağışa yetişmeye çalışırken yan koltukta küçük flüt, güneş sarısı kılıfıyla notaların heybesinden sıyrıldı.

Yok, hayır. Yanılsama dediğin gönül vermek senin diye toparladım. Öyle bir verirsin ki isterse safi kusur olsun, güzelleşir, saflaşır. Anne ile sakat çocuğu, insan ile yaralı hayvan arasındaki alışveriş gibi. Nasılsa öyle ama ne kadar doğrudan, derin, ikisi arasında gidip gelen yankı ile uçsuz bucaksız.

Boş ver, dedim uzanıp kılıfının pembe kurdelesine dokunarak, biz iyiyiz böyle, ideal dünyaların neresinde olursak olalım.

SAVUNMA


Tepkiselliğimin alıp yürüdüğü, beni, kurdeşeni nişan alınıp sivri sivri çakıllarla da isabet ettirilen bir ite çevirdiği son seferde yeni bir sahne yaşadım.

Ağzımı açıp bir adım da öne atmışken susup geri çekildim. Paslı bekaret kemerinden zayıflayarak sıyrılan Ortaçağ kadını misali, itişiyle hareket etmediğim tepkiden kurtuldum. Düşüverdiği ayak bileklerim etrafında ona baktım ve “Savunma” dedim.

Özene bezene inşa ettiğim kimliğe yönelik bir tehdit algıladığımda gergin yayının ucundaki boks eldiveni, yuvasından bir anda fırlıyor.

O an sadece ben varım. Benim istediğim ve hak ettiğime en ufak kuşku duymadığım şekilde görülmek, takdir edilmek, benim yaptıklarım, benim ettiklerim, benim içinde olduğum hal. Ben, ben ve tekrar ben. Ben, görüşümde hakkaniyetli olmayabilirim. (Bu halde zaten nasıl olabilirim?!) Ama karşımdaki, sanki insan olarak pek farklı bir malzemedenmişiz gibi, serinkanlılığını, ölçü duygusunu korumalı, kendini kaybetmemeli. Beni açıklıkla işitmeli, görmeli, değerlendirmeli. Ya ben onu?

O mu? Kim ki bu? Ortada benden başka biri mi var?

Tümünün arkasında bir kimlik inşasının savunulması, ayakta tutulması. Onun saldırıya uğraması (ya da bana daralan algım, idrakim içinde sadece öyle gelmesi), bu kimlikle, imajla kendimi bir tuttuğum, bu benim dediğim için haliyle bir ölüm kalım meselesine dönüyor.

Kimliğin nelerden inşa edildiğine bakıyorum. En basmakalıbı, ilkelinden en inceliklisine, malzemenin kalitesi, parıltısı değişse de o acınası derilip çatılma biçimi (mimari demeye dilim varmıyor) aynı.

Tepkisellik, daha işlenmemiş organizmalarda cinnet sonucu cinayete varabilirken inceltilmiş bünyelerde kanı ruha akan katliamlarla kalabiliyor.

Peki, iki elimi yanıma sarkıtıp ne hayatıma ne de aslında bana yönelen şeylerde savunmaya hiç girişmesem? Bana bu şekilde kim ne yapabilir? Sahibine sadakatle postacısından kediye, komşudan naylon torbaya önüne gelene havlayan köpek örneği, bir hayali, imgeyi, kimliği, cansiperane müdafaa etmek, yani kendime daralmak yerine karşımdakine genişlesem? Dikkatle ve onun ödümü koparan, aklımı yerinden oynatan tepkisiyle hiç ilişkilenmeden? Muhatabımı kendisine havale ederek, kendi değirmenlerini savunmaya bırakarak?

Galiba ancak o zaman tepkiselliğim muhataplarının tepkilerinden özgürleşiyor. Gözümün önünde daralıp kendinden ibaret ufacık kalan geçici çılgını da, makul çıkışını hazmetmekte zorlandığım birini ve bu ikisi arasındaki bütün bir yelpazedekileri de ne iseler o olmaya bırakabiliyorum.

O halde bıçak kemiğe dayanmadan başlayarak akla işlemeli: Savun-ma.

6 Mart 2018 Salı

YA?


Çok çok canlı bir rüyadan derinden etkilenmiş uyandım, uzun süre etkisinden sıyrılıp yataktan kalkamadım. (Bir anında fotograf makinesi bozulmuş, kontrolüm dışı birbiri ardına, bazısı düpedüz başka dünyalardan, olağan dışı fotograflar çekiyordu.)

Ya birden fazla evli adamlar gibi, birçok alemde farklı yataklarda uyuyup bambaşka hayatlara uyanıyorsak, rüyalar da bunların anca hatırladığımız geçitleri ise dedim.

Kahramanlarından her seferinde tek biri ile özdeşleşiyor, bunu da mesken tuttuğumuz yegane alem ve hayat sanıyorsak?

2 Mart 2018 Cuma

METAL TEPSİ


Hayatı, fabrika yemekhanesinde soğuk metal tepsine, bıkkın aşçıların kepçeleyip asık suratlarla uzattığı yavan yemekler gibi yığıp yaşayabilirsin.

Tekrar olur, sakız olur, gırtlağından geçmez, midene oturur.

Tatsız, nursuz, ağır.

Tekrarı geveledikçe ruhun kararır, ağırlaşır.

Ya da sabun köpüğü gibi hafiler, patlayıvermeden önce bir oraya bir buraya konar kalkar.

Veya yatırımı ona yaptıkça güçlenen, derinleşen bir ilgiyle karşılayabilirsin.

İlgi, merak tekrarı önce zayıflatır, sonra da bir sinyalden, bir yerlerde canlılığını kaybettiğinin göstergesinden ibaret bırakır.

Hayat o vakit ışır, ilginçleşir, merak uyandırdıkça merak da onu uyandırır.

Ama kendi soğuk metal tepsimdekileri düşünüyorum da, bunlar yekpare değil. Mesela yemekle ilişkim, özellikle de kendim hazırlayacaksam pek sönük. Gırtlak bir haz, ruhu da içine alan doyum kapısı hiçbir zaman olmadı. Soğuk metal tepsimin en büyük gözü de onunla dolu.

Öte yanda, canlı bir ilgiyle takdir edilen, usta edilip öğrenilen Hayatla kurulan sıkı, yakın ilişki, safra attıkça koyulaşıyor.

Anlatılar, açıklamalar, standart çerçevelemeler ve bunların dayatılması, refleks karşılıklar, hiç değişmeyen tepkiler, kalburun altına yığıldıkça bu ilişki doğrudanlaşıyor.

Ve neredeyse bir aşk ilişkisine dönüyor.

1 Mart 2018 Perşembe

DOĞAL ŞEKER


Müzik hocam, “Kusura bakmayın” dedi, “mailinizi neden sonra gördüm.”




Daha önce bir ara telefonumun aptal olduğunu söylediğimde “Estağfurullah” diyecek kadar kibar (ve telefonu da kullananla bir tutacak kadar organikleştirmiş) biri olduğundan, bir tartımlık süre boyunca durup söyleyeceğinin nasıl anlaşılacağını düşündükten sonra ekledi:

“Artık pek kimse mail kullanmıyor da, her şey telefonla iletiliyor.”

Mektubunu hâlâ kağıda yazıp zarf ve pul yalayarak gönderenlerin sınıfına düşmüşüm demek. Keyifle sırıttım. Geride kalmak diye buna derim ki niyetim tam da o.

Her şeyi telefona sığdırmaya hafifçe takıldım.

“Ama Einstein ne demiş” dedi yumuşak ifadesiyle, “Kafam gereksiz şeyleri orada tutmayacak kadar değerli.”

“Kuşkusuz” dedim, “Kafası değerliymiş. Ama içeriğini ceplerindeki telefona boşaltanların büyük çoğunluğu kafalarında açılan yeri neyle dolduruyor? Daha da fazla kedi videoları? Lagaluga?”

*
NAFTA’nın ardından Meksika’da obezitenin patlama yaşadığını gösterir bir haber magazin izledim. Bakkalları, süpermarketleri dolduran bol kimyasallı eğlencelik yiyeceklerin, mısır şurubuyla tatlandırılmış asitli içeceklerin özellikle genç kuşak ve düşük eğitim seviyeli kesimlerde beslenme alışkanlığını kökten değiştirerek obezite ile şeker hastalığını ülkenin bir numaralı sağlık sorunu haline getirişi anlatılıyordu.

Aspartam! Şeker doymazı beynin kanına girerek bağımlısı yapan, sonra da azar azar öldüren yoğun yapay tatlandırıcı. Geldi, bir avuçluk ekranların bağımlısı oluşun diğer adı olarak yanıp söndü kafamda.

Bir kez gücünün, etkisinin tadını (!) alanın, fazladan bir çaba sarf etmedikçe kölesi olup kalacağı bir ikame.

Aklını, tat alma yetini bir avuçluk ekranlara havale etmek, uyarılma, bağ kurma ihtiyacını karşılamayı onlardan beklemek, yapay tatlandırıcılarla gelen obezite ve diyabetin zihinsel, ruhsal karşılığı değil mi? Bağ kurmak istiyorsan yanındayım işte, iyisi kötüsüyle kanlı canlı bir kimse. Aralarda kaçamak bakışlar atıp durduğun avucundakiler çok daha mı sürükleyici, ilgi çekici, yoksa onlarla yer değiştirsek, ben telefonundan sana uzansam bu kez de onları bırakıp bana mı bakacak fırsat kollardın?

Anlasana, bağımlısı olduğun içerik değil, akış ve o uyuşturucu-uyarıcı akışı sana sunan ekran.

*
Teknolojiden geride kalıyorum. Avucum boş. Dışarı çıktığımda havayı kokluyorum, seslere açılıyorum, duyularıma bayram ettiriyorum. Seyrediyorum.

Yapılandırılmamış, yönlendirilmeyen avarelikle kendimi eğliyor, en derin doyumu da yekpare bir odaklanmada buluyorum.

Şehvetli bir dilim pasta yerine yemeğin üzerine bir tane kuru incir atar gibi oluyor hayatın tadı.

Doğal şeker.