Doğadakinden farklı tabii.
Bol alan yerine sıkışıklık bir kere. Fiziksel kısıt. Ve milyonla
çarpılan insan kaygıları, düşleri, kabusları, umudu, inceliği, hoyratlığı.
Gürültüsü. Buharlaşan sessizlik, sükunet.
Şehre dönüş, çıplak dolaşmaya alışan ayağı sıkı bağcıklı
dar kunduraya sokmak gibi geliyor haliyle. Üstelik o kundura hiç de öyle incelikli
İtalyan işi, varla yok arası derili filan da değil. Bildiğin 1930’lar Sümerbank
fabrikasından çıkma, kaba, ağır, acıtıcı.
Kalabalık insanın içine de yansıyor. Algılanacak,
kavranacak, cevap verilecek, bunun da çoğunlukla bir savunma hali içinde
yapılacağı bir veri bombardımanı. Doğada düşünceler az bulutlu gökyüzü misali
aralarında soluk aldırıcı boşluklarla gelir, dingin bir denizde gibi yüzüp
giderken burada kesintisiz, üst üste, katman katman bir yığılmışlık halinde.
Gökyüzüyle arana giren şehir ışıkları ne ise içindeki ferahlığı sıkıca örten bu
fizyo-zihinsel hal de o.
Dengeyi, akışkanlığı, yalınlığı, hayat veren boşluğu
(alan hissini) sürdürmek şehirde kendiliğinden değil, çaba istiyor. Dolaysızlığın
yerini dönüştürme iradesi alabilirse alıyor, gayet güzel işler de çıkarıyor.
Ama gücünü doğadaki gibi hava ile sudan, topraktan, yaşam iştahının doğrudanlığından
almayı beklersen yamulur, kavrulur kalırsın.
Bir an evvel şehir ayarına geçmelisin. Doğadan
getireceğin değerli destekler var. Sözgelimi boşluğa, sessizliğe odaklanma
terbiyesi. Kafanın dışına çıkmak, zihinsel işleyişin keyfi bir yapay
gerçeklikten ibaret olduğu bilincini sürdürme egzersizi (meditasyon ile,
dikkatini düşüncelere her gömülüşünde nazikçe bunun dışına –nefese, dış
seslere, seçilen herhangi bir dikkat nesnesine- yönelterek). Sonra, iki taşın
aralığından fışkıran ot, çiçek, binalar ne kadar yükselse de hükmünü yerine
getiren gökyüzü, ayağını basabileceğin toprak yamalar ile doğa onca hengamenin
ortasında göz kırpmaya devam ediyorsa selamını hiç karşılıksız bırakmayacaksın.
Fakat doğanın esini, gücü baki kalsın, adımını şehir
işleyişine atmalısın. Gürültüyü, betonu, karmaşayı işleme sokmak, malzemeni,
gıdanı, şevki bundan devşirmek. Bu işin ham yanı, istersen bunlara şehrin
sunduğu mamul maddeyi, sanatı ekleyebilirsin. Ve sosyal ilişkileri –en azından
teorik olarak.
Ustalık bunu dişlerini gıcırdatarak ya da tersine, pembeleştirmeye kaçarak yapmamak.
İnsanı şehir ayarı kadar zorlayan bir şey varsa o
da kendi kafasında sabitleşmiş, betonlaşmış izlenimler, hükümler. Ankara dendi
mi, şehir dendi mi sırtımın gerildiği, tüylerimin dikleştiği, ışığımın
loşlaştığı o zombi tepki.
Böyle sabitleşmiş bir itiraz, direnç, olanı değil, ona
ilişkin kendi koşullanmış fikrini/hissini yaşadığının en şaşmaz göstergesi ki
bence insanın hayatın canlılığından koptuğuna kırmızı ışıklar saçarak işaret
ediyor.
Aradan hükümler (beton kötü, uygarlık iyi, doğa iyi,
şehir/Ankara kötü) çıktığında geri kalan, kendi başına hiçbir yükü olmayan
yaşam. Onu külçe haline getiren, şimdi hariç bütün bir zaman tasavvurunu
(kaydedildiği haliyle geçmiş, korkulduğu veya iple çekildiği şekliyle gelecek)
sırtlanmış yaşamak.
(Psikolojik zamanı geride bıraktığında suyun üzerinde
yürüyebilirsin belki?)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder