8 Kasım 2017 Çarşamba

SABAH YÜRÜYÜŞÜ –II

Fazla gitmemiştim ki, işin suyunu çıkaran günübirlikçilerin sahilin ortasında taşlarla çevirip ateş yaktıkları yerde bu kez şişe kırıkları dikkatimi çekti. Parçalı şeylerin üzerimde karşı durulmaz bir çekimi var. Görünümü, bütünü bölen, kıran, yeni, ucu açık cümleler, imgeler, simgeler oluşturan parçalanmışlıklar..

Ufak bir –herhalde- viski şişesi, kim bilir hangi ayyaşın heyheylenmesiyle boynundan tutulduğu gibi ateş yerini çevreleyen taşlara çalınarak parçalanmış. Fazla değil; camın kalınlığı tuzla buz olmasını engellemiş. Yandan gelen sabah güneşi, camdan süzülüşü, çeşitlenen renkler, taş ve camın yanak yanaklığı.. Ahh!



Hiç çiğnemediğim bir kuralım var: Fotograf nesnene dokunmayacaksın! Yani ellemeyeceksin. Dilediğince dokunacağın, müdahale edebileceğin şey, senin ona yaklaşımın. Bakış açısı, ışık, perspektif, çerçeveleme ve tabii kamera ayarları ile bir noktaya kadar çekim sonrası işleme. Bu kuralla gözettiğim düşünce galiba şu: Tabağındakinden, elindeki, önündekinden en iyiyi çıkar. Varolanı kendi istediğime göre değiştirmek yerine (bu yalnızca zorlama, hatta zorbaca gelmiyor; kendi isteğim demek, bildiğimden şaşmamak demek, bu da beni bildiğimden daha öteye götürmez, kendimle kısıtlar) onu algılayışımla oynamak. Böylece mevcuttan yola çıkan bir arayışa dalmak. Bunda rastlantıya (nesneyi rastlantısal bir halde buluyorum) epey bir yer açma da var ki beklenmediklikler, tasarlanmamış sonuçlar, keşifler için çok bereketli bir alan.

Fare kıstırmış kedi gibi başladım kırık şişenin çevresinde dört dönmeye ve de hikayeler görmeye. Oynadım, oynadım. Bakışımı kaldırıp Korsan koyundan yola çıkan keçi sürüsünü seyrettim, Yörük kadının keçileri güderken attığı vahşi çığlıkları dinledim –opera yazsam bunları eklemenin bir yolunu arardım -palto dikilecek ne güzel bir düğme. Sonra devam ettim.

Tamam, bu! dedirten resmi yürüyüş dönüşü aynı yerden geçerken yakaladığımı bilgisayar başında çektiklerime bakarken gördüm. Fikir, duygu, yatağı, yürüyüş sırasında, aklım onda değilken olgunlaşmış. Sık yaşadığım bir şey. Tohumu at (bunu içini hoş bir ateş gibi yakan heyecanın parlayıverişinden anlarsın), aklını üzerinden çek, bırak bilincinin altında usul ateşte pişsin..

Esin ve heyecan veren şeylerde benzer bir işleyiş de onu sonradan dile dökmeye kadarki gidişte. Önce güçlü bir uyarım geliyor (ayağının dibindeki gazete yaprağında bir ölüm ilanı, kırık bir viski şişesi). Bir yırtıcının av kokusu alması. Onunla ilişki kuruyorum (sadece izliyor ya da fotografını çekiyorum). Şölen! Buna nasıl bir anlam verdiğim, ne gibi bir bağlama oturttuğum ise sonradan, başına oturup düşünür, yazar ya da fotograflar üzerinde oynarken aşama aşama netleşiyor. Sindirim. Düşüncenin kuru, kendini tekrarlar mekanik bir işlem olmaktan çıkıp ilhamın heyecanına banıldığı, bilincin altı ile üstü arasında hoş bir arkadaşlık, işbirliği.

Her neyse. Şişenin ayyaşın hoyrat elinde son bulmuş görünen serüveni, bir sabah yürüyüşünde canlanıp biraz daha sürdü, bana da güzel bir vakit geçirtti.




Son kare. Aklıma birçok başlık geldi, yaklaşım, ilişki. Bir kobra gördüm, başı hâlâ yılanken gövdesi gotik bir fanteziye ayrılmış. Ezik bir mitolojik figür. Tanrının kulak vermediği bir yakarış.. Derken Sisyphos’u gördüm (taş ve cam) ve oturdu! 
Çökkün Sisyphos dedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder