6’yı biraz geçe hava, safir üzerine Amazon ormanları
kelebeklerinin kanatlarındakilere, kurşunisinden soluğuna, kat kat bulut ve
aralarındaki açıklıkların da marifetiyle mavinin akla geldik gelmedik
tonlarıyla aydınlanıyordu. Soğuk odadan daha soğuk dışarı çıktım. Gündoğumlarıyla
batımlarını ufukta görebilmeye şükranla derin bir nefes aldım.
Çıt çıkmıyor, kuşlardan, kedilerden bile. İki gündür
ortalığı kasıp kavuran yağmur ile rüzgar da ara vermiş. Ortada neyle ne zaman
bozulacağı belirsiz, o ölçüde de kıymetlenen bir barış, sükunet.
İçimde de. Hava hallerinin insanın içine ayna olduğu
zamanlardan. Tül tül inen yağmurdan sileceklerin yetişemediği sağanağa,
ağaçları telaşlı bir malikane uşağının tüy başlı toz süpürgesi gibi oradan
oraya yatıran rüzgardan aralarda açıverip kıyametin ortasında cennet olan
güneşe.
Huzuru içimde de bilerek aşağı indim. Kahvaltıyı
hazırlarken bitirip bir sonrakine atlamak üzere giriştiğim basit işlerle
ilişkimin ne kadar değiştiğini gözlemledim. İçimdeki o gergin yay gevşemiş,
neden olduğu belirsiz telaş, nereye koştuğu meçhul sabırsızlık dinmiş, zamanla,
can sıkıntısıyla barışık hali seyrettim.
Yıldızların elverişli hizalanışına, rastlantıya borçlu
olduğum bir hal değil bu. İğneyle kazılan bir kuyu daha çok.
Ele alınmayan, yakından bakılıp kurcalanmayan zihin,
özellikle can sıkıntısı (daha doğrusu onun can
sıkıntısı! diye bir kalemde kenara attığı yaşanan anın işlenmemiş cevheri)
söz konusu olduğunda su katılmamış ergen gibi davranıyor. Her şeyi (rengi,
çeşitliliği, rahatlığı, nahoştan esirgenmeyi) kendine hak bilen, takıntı haline
getirmedikçe hiçbir şey üzerinde fazla durmayan, bir dur bak denildiğinde
havalara sıçrayan huysuz bir zıpır.
Zihin bu ham haliyle hiç terbiye görmemiş yetişkin bir
köpek gibi, sahibinin elini yalayabilir de dişleyebilir de. Uyguladıkça, meyveleri
aldıkça artan bir sabır ve şevkle onu eğitmeye giriş (yani bir yanınla kenara
çekilip gözlemle, yaklaş, dinle, anla), karşılığı oradan buradan, azar azar,
hoş sürprizler halinde gelmeye başlıyor.
Mesela kendine yönelen iç sesler (eli kırbaçlı, acımasız
zorbalar, kıyıl kıyıl aşındırıcılar, esinlendirici, alan açıcılar, şefkatli ve
buz gibi olanlar, aydınlık ile karanlık) belirginleşip ayrışıyor. Bu da hakimiyetlerinden
özgürleşmenin, sahneye kaprisli giriş çıkışları elinde oyuncak olmaktan
kurtulmanın başlangıcı; onlarla özdeşleşmek gevşemeye başlıyor, derken bir
bakıyorsun, ara ara hükümsüzleşiyorlar.
Karıncanın adımı. Yol çok uzun, sen pek ufaksın demişler.
Olsun, ben adımımı bir atayım da demiş.
Ne iyi demiş!
*
Bir iğne de flütlü elimde. Kazdığım kuyu aynı.
Müzik de sınırsız alan açtığım bir şey. İlk nefeste içine
girdiğim, karşılaştırmanın, dışarıdan ve uzaktan dayatılan ölçütlerin, dayanaksız
amaçların, parazit iç sesler baltalamasının oracıkta kesildiği bir alan.
Sabırsızlık, düş kırıklığı ve kendine kızmaktan bu kadar tutarlı bir şekilde
uzak olduğum başka bir şey de olmadı ömrümde (yok, bir de fotograf var).
Yalnızca sesler ve onları işlemeyi öğrenmeye odaklanan
nefesim, ellerim, kulağım. Araya hiçbir şeyin girmediği doğrudan, yoğun bir
ilişkilenme. Nereye kadar giderim, çabaya değer mi, o gün canım çalışmak
istiyor mu.. Bunlar hep dolaylı ilişki kaygıları, benimle flüt arasında yeri
yok. Adımımı attığım an o katıksız açıklıktayım. Sadece o an. Onu adlandırıp
sıfatlandırmadan, kendi biricikliğinde yaşamak. Ne kadar çalkantılı, daralmış
vs girersem gireyim, belirsiz bir geçişle o açıklığa çıkıyorum.
Elimde iğne, dipsizliği bir şekilde ruhuma işleyen bir
kuyu da onunla kazıyorum işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder