6 Kasım 2017 Pazartesi

İĞNEYLE DERİNLEŞEN KUYULAR

6’yı biraz geçe hava, safir üzerine Amazon ormanları kelebeklerinin kanatlarındakilere, kurşunisinden soluğuna, kat kat bulut ve aralarındaki açıklıkların da marifetiyle mavinin akla geldik gelmedik tonlarıyla aydınlanıyordu. Soğuk odadan daha soğuk dışarı çıktım. Gündoğumlarıyla batımlarını ufukta görebilmeye şükranla derin bir nefes aldım.

Çıt çıkmıyor, kuşlardan, kedilerden bile. İki gündür ortalığı kasıp kavuran yağmur ile rüzgar da ara vermiş. Ortada neyle ne zaman bozulacağı belirsiz, o ölçüde de kıymetlenen bir barış, sükunet.

İçimde de. Hava hallerinin insanın içine ayna olduğu zamanlardan. Tül tül inen yağmurdan sileceklerin yetişemediği sağanağa, ağaçları telaşlı bir malikane uşağının tüy başlı toz süpürgesi gibi oradan oraya yatıran rüzgardan aralarda açıverip kıyametin ortasında cennet olan güneşe.

Huzuru içimde de bilerek aşağı indim. Kahvaltıyı hazırlarken bitirip bir sonrakine atlamak üzere giriştiğim basit işlerle ilişkimin ne kadar değiştiğini gözlemledim. İçimdeki o gergin yay gevşemiş, neden olduğu belirsiz telaş, nereye koştuğu meçhul sabırsızlık dinmiş, zamanla, can sıkıntısıyla barışık hali seyrettim.

Yıldızların elverişli hizalanışına, rastlantıya borçlu olduğum bir hal değil bu. İğneyle kazılan bir kuyu daha çok.

Ele alınmayan, yakından bakılıp kurcalanmayan zihin, özellikle can sıkıntısı (daha doğrusu onun can sıkıntısı! diye bir kalemde kenara attığı yaşanan anın işlenmemiş cevheri) söz konusu olduğunda su katılmamış ergen gibi davranıyor. Her şeyi (rengi, çeşitliliği, rahatlığı, nahoştan esirgenmeyi) kendine hak bilen, takıntı haline getirmedikçe hiçbir şey üzerinde fazla durmayan, bir dur bak denildiğinde havalara sıçrayan huysuz bir zıpır.

Zihin bu ham haliyle hiç terbiye görmemiş yetişkin bir köpek gibi, sahibinin elini yalayabilir de dişleyebilir de. Uyguladıkça, meyveleri aldıkça artan bir sabır ve şevkle onu eğitmeye giriş (yani bir yanınla kenara çekilip gözlemle, yaklaş, dinle, anla), karşılığı oradan buradan, azar azar, hoş sürprizler halinde gelmeye başlıyor.

Mesela kendine yönelen iç sesler (eli kırbaçlı, acımasız zorbalar, kıyıl kıyıl aşındırıcılar, esinlendirici, alan açıcılar, şefkatli ve buz gibi olanlar, aydınlık ile karanlık) belirginleşip ayrışıyor. Bu da hakimiyetlerinden özgürleşmenin, sahneye kaprisli giriş çıkışları elinde oyuncak olmaktan kurtulmanın başlangıcı; onlarla özdeşleşmek gevşemeye başlıyor, derken bir bakıyorsun, ara ara hükümsüzleşiyorlar.

Karıncanın adımı. Yol çok uzun, sen pek ufaksın demişler. Olsun, ben adımımı bir atayım da demiş.

Ne iyi demiş!

*
Bir iğne de flütlü elimde. Kazdığım kuyu aynı.

Müzik de sınırsız alan açtığım bir şey. İlk nefeste içine girdiğim, karşılaştırmanın, dışarıdan ve uzaktan dayatılan ölçütlerin, dayanaksız amaçların, parazit iç sesler baltalamasının oracıkta kesildiği bir alan. Sabırsızlık, düş kırıklığı ve kendine kızmaktan bu kadar tutarlı bir şekilde uzak olduğum başka bir şey de olmadı ömrümde (yok, bir de fotograf var).

Yalnızca sesler ve onları işlemeyi öğrenmeye odaklanan nefesim, ellerim, kulağım. Araya hiçbir şeyin girmediği doğrudan, yoğun bir ilişkilenme. Nereye kadar giderim, çabaya değer mi, o gün canım çalışmak istiyor mu.. Bunlar hep dolaylı ilişki kaygıları, benimle flüt arasında yeri yok. Adımımı attığım an o katıksız açıklıktayım. Sadece o an. Onu adlandırıp sıfatlandırmadan, kendi biricikliğinde yaşamak. Ne kadar çalkantılı, daralmış vs girersem gireyim, belirsiz bir geçişle o açıklığa çıkıyorum.


Elimde iğne, dipsizliği bir şekilde ruhuma işleyen bir kuyu da onunla kazıyorum işte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder