26 Kasım 2017 Pazar
25 Kasım 2017 Cumartesi
ENTRİKALAR KİTABI
Beş gündür sıkı bir entrikalar labirentindeyim. Kapalı
kapılar ardında kotarılan, yakın tarihe rengini vermiş, girift, griden
karanlığa uzanan hummalı bir faaliyetin çekiminde. Rehberim sağlam, bana arkama yaslanıp seyri
entelektüel bir yakıt haline getirmek kalıyor.
Murat Yetkin’in Meraklısı
İçin Entrikalar Kitabı’nı okuyorum.
Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, sığ ezberlere
sığmadığı, basmakalıp tekrarlarla açıklanamayacağı gerçeğinin kitabı bu
aslında. İnsan aklının sahne arkasının, entrikalar mutfağının. Yumurta
kabukları üzerinde kimi zaman zarif kimi zaman hantal ve bir çuval inciri
berbat edici bir dansın. Hırs ile zekanın, strateji ile egonun, inanç ile
ihanetin dansının.
Sızdırılan atom bombası sırlarından KGB’nin İstanbul’dan
da geçen İngiliz Beşlisine, darbelerden krizlere, skandallara, Çöl
Kraliçesinden Ruzi Nazar’a olaylar, suretler, mekanlar iç içe geçe, birbirine yön vere
akıp giderken arka planda casusluğun ruhunu
da sufle ediyor Murat Yetkin. Soğuk Savaş döneminin para kadar, belki ondan
fazla bir –kendi tarafının ideolojisine- inanmışlık, bir gönül işi olduğunu –ve
artık öyle olmadığını (ama gel de Edward Snowden ile Julian Assange’ı düşünme
şimdi).
Ben Entrikalar Kitabını okuyorum, Murat Yetkin ise entrikaları bir
gazeteci olarak seziyor, görüyor, tarihsel, güncel, yazınsal izlerini sürüyor, kulislere dalıyor ve ayrıntıları
eleyip bağlantılara işaret ederek, dünyanın en zehirli balığı fugu’yu güvenli
biçimde ayıklayan Japon aşçı misali leziz bir öğün olarak önünüze getiriyor.
Bir yandan okuyor, bir yandan da böyle bir kitabın
arkasındaki mesaiyi, işleyişi düşünüyorum.
Usta bir elden geçmese insanın yönünü kaybetmesinin işten
olmayacağı karmakarışık, ağır bir malzemeyi basite kaçmadan yalınlaştırmak başlı
başına bir beceri.
Yalınlaştırmak ve ilginç kılmak.
Ana dürtüsünün merak olduğunu söyleyen bir gazeteci (ve
besbelli ki yazar) Murat Yetkin. Gerçeğe, işlerin aslına beslenen bir merak. Araştırmacılığı
siyasi eğilimlerine bulamayacak, piyasadaki sayısız örneği gibi olguları
kafasına göre eğip büküp ne olsa aynı şekilde çalacağı düdüğüne arka plan
etmeyecek kadar da saygılı olduğu bir merak bu. Zihni Ebedi Genç halinde, işlek ve yaşsız tutan. Saflığı gayri şahsi
olmasına bağlı olduğu için de daima –en olumlu anlamda- hafif. Ve bulaşıcı!
İşte yaşadıklarımıza olduğu kadar yazınsal bir tarz
olarak casusiyeye de beslenen böyle
bir merakla yazılmış Meraklısı İçin
Entrikalar Kitabı.
İnsanın ufkunu, bakış açısını genişleterek, daha
fazlasını bilmeye iştahlandırarak okunuyor.
24 Kasım 2017 Cuma
23 Kasım 2017 Perşembe
ŞEHİR AYARI
Doğadakinden farklı tabii.
Bol alan yerine sıkışıklık bir kere. Fiziksel kısıt. Ve milyonla
çarpılan insan kaygıları, düşleri, kabusları, umudu, inceliği, hoyratlığı.
Gürültüsü. Buharlaşan sessizlik, sükunet.
Şehre dönüş, çıplak dolaşmaya alışan ayağı sıkı bağcıklı
dar kunduraya sokmak gibi geliyor haliyle. Üstelik o kundura hiç de öyle incelikli
İtalyan işi, varla yok arası derili filan da değil. Bildiğin 1930’lar Sümerbank
fabrikasından çıkma, kaba, ağır, acıtıcı.
Kalabalık insanın içine de yansıyor. Algılanacak,
kavranacak, cevap verilecek, bunun da çoğunlukla bir savunma hali içinde
yapılacağı bir veri bombardımanı. Doğada düşünceler az bulutlu gökyüzü misali
aralarında soluk aldırıcı boşluklarla gelir, dingin bir denizde gibi yüzüp
giderken burada kesintisiz, üst üste, katman katman bir yığılmışlık halinde.
Gökyüzüyle arana giren şehir ışıkları ne ise içindeki ferahlığı sıkıca örten bu
fizyo-zihinsel hal de o.
Dengeyi, akışkanlığı, yalınlığı, hayat veren boşluğu
(alan hissini) sürdürmek şehirde kendiliğinden değil, çaba istiyor. Dolaysızlığın
yerini dönüştürme iradesi alabilirse alıyor, gayet güzel işler de çıkarıyor.
Ama gücünü doğadaki gibi hava ile sudan, topraktan, yaşam iştahının doğrudanlığından
almayı beklersen yamulur, kavrulur kalırsın.
Bir an evvel şehir ayarına geçmelisin. Doğadan
getireceğin değerli destekler var. Sözgelimi boşluğa, sessizliğe odaklanma
terbiyesi. Kafanın dışına çıkmak, zihinsel işleyişin keyfi bir yapay
gerçeklikten ibaret olduğu bilincini sürdürme egzersizi (meditasyon ile,
dikkatini düşüncelere her gömülüşünde nazikçe bunun dışına –nefese, dış
seslere, seçilen herhangi bir dikkat nesnesine- yönelterek). Sonra, iki taşın
aralığından fışkıran ot, çiçek, binalar ne kadar yükselse de hükmünü yerine
getiren gökyüzü, ayağını basabileceğin toprak yamalar ile doğa onca hengamenin
ortasında göz kırpmaya devam ediyorsa selamını hiç karşılıksız bırakmayacaksın.
Fakat doğanın esini, gücü baki kalsın, adımını şehir
işleyişine atmalısın. Gürültüyü, betonu, karmaşayı işleme sokmak, malzemeni,
gıdanı, şevki bundan devşirmek. Bu işin ham yanı, istersen bunlara şehrin
sunduğu mamul maddeyi, sanatı ekleyebilirsin. Ve sosyal ilişkileri –en azından
teorik olarak.
Ustalık bunu dişlerini gıcırdatarak ya da tersine, pembeleştirmeye kaçarak yapmamak.
İnsanı şehir ayarı kadar zorlayan bir şey varsa o
da kendi kafasında sabitleşmiş, betonlaşmış izlenimler, hükümler. Ankara dendi
mi, şehir dendi mi sırtımın gerildiği, tüylerimin dikleştiği, ışığımın
loşlaştığı o zombi tepki.
Böyle sabitleşmiş bir itiraz, direnç, olanı değil, ona
ilişkin kendi koşullanmış fikrini/hissini yaşadığının en şaşmaz göstergesi ki
bence insanın hayatın canlılığından koptuğuna kırmızı ışıklar saçarak işaret
ediyor.
Aradan hükümler (beton kötü, uygarlık iyi, doğa iyi,
şehir/Ankara kötü) çıktığında geri kalan, kendi başına hiçbir yükü olmayan
yaşam. Onu külçe haline getiren, şimdi hariç bütün bir zaman tasavvurunu
(kaydedildiği haliyle geçmiş, korkulduğu veya iple çekildiği şekliyle gelecek)
sırtlanmış yaşamak.
(Psikolojik zamanı geride bıraktığında suyun üzerinde
yürüyebilirsin belki?)
20 Kasım 2017 Pazartesi
KEDİLER VE İNSANLAR
Kaplarını doldurduk, döşekli meyve sandıklarını bir
kuytuya yerleştirdik, minderi kendi tüyleriyle kaplı bahçe koltuğunu da onlara
bıraktık, kafalarını okşayıp evden ve kedilerden ayrıldık.
Sabaha karşı zihin gözüm onlara kaydı. Sarmaş dolaş yatan
ufaklıklar, belki gece seferinden daha dönmemiş anne, açık renk postunda karanlıkta bir
uzaylınınkiler gibi iyice koyularak öne çıkan gözleriyle gözdem Oğlan..
Duyguları olduğuna göre kedi yüreklerinden geçenleri hayal etmeye çalıştım.
Ardından, başlarına gelebilecekleri.
Güçlü bir rüzgar plastik koltuğu devirirdi, o vakit
yerden yüksek bir tünekleri kalmazdı sözgelimi.
Buradan bir kaydırak gibi kaymaya başladım, kediler,
insanlar; alemler arasında gidip gelmeye.
Gelip geçen türdeşlerinden yardım isteseler, devrilen
koltuğu o çeviklikleri ve pati birliğiyle düzeltebilirlerdi. Fiziksel olarak
yapılabilir, kavramsal olarak ise sorun ve çözüm tasavvurunun gerektirdiği
akılsal boyut ile imkansız.
Hadi diyelim bu değişikliğin –devrilen koltuk- bir sorun
olduğunu, hatta çözümünün bulunabileceğini anladılar, Dünyanın bütün kedileri birleşiniz! çağrısına kaçı uyardı? Cevval
sokak kedileri, sahiplerini hizmetkar kılan cins kediler, fare ile
beslenenlerle vitamin takviyesi alan, dişleri düzenli bakımdan geçenler..
Aklın bir –ya da birkaç- üst basamağından, insanlığın
cebelleştiği irili ufaklı sorunlar da devrildiği gibi kalacak o plastik koltuğun
dengi olarak görünmez miydi? Fiziksel olarak çözümlenebilir, kavramsal olarak
ise o boyutta kalındıkça imkansız.
Edwin Abbott 1800’lerin sonlarında yazdığı kitabında (Flatland -Düz Diyar) sakinlerinin iki
boyutlu geometrik biçimler olduğu dümdüz bir alemi anlatıyor. Günlerden birinde
bir geometrik biçime oradan gelenlerce üçüncü bir boyut keşfettiriliyor. Kahramanımız neden
sonra ikna olup türdeşlerini de bildiklerinin ötesi olduğuna ikna etmeye
çalışırken başına gelmedik kalmıyor –ama kendisi dördüncü bir boyutun kapısını
da aralamış oluyor.
*
Eşiklerde kokumuzu almaya çalışıyorlar mıdır hâlâ?
Her sabah yukarıdan inerek karınlarını doyuran, bazen de
hepsini kovalayan kaprisli tanrıların nereye gittiğini sormazlar tabii
herhalde ama demin vardı-şimdi yok
karşıtlığı kafalarını karıştırmaya, bozulan düzenleri rahatsızlık vermeye devam
ediyordur. Bir de koltuk devrilecekmiş, çok mu?
18 Kasım 2017 Cumartesi
YOLLUK
Tel kapıyı sürüp diri karanlığa çıktım.
Doğudan yumuşak bir esinti.
Mutlak bir insan sessizliğinde rüzgarın ine çıka fırdolayı
yayılan sesi, uzaklarda bir yerde bir ya da iki cırcırböceği.
Orion batı ufkuna yatmış bile ama ortalığın
aydınlanmasına daha bir buçuk saat var.
İnip kedilerle selamlaştım. Akşamdan karınları tok,
ayaklarıma saldırmak yerine gerine gerine karşıladılar, uyku mahmuru. Fırından
yeni çıkmış ekmek sıcaklığında yumuşacık kürklerine elimi daldırdım.
Ilık oralet rengi eski-yeni sokak lambalarına sırtımı verip
kıyıya yürüdüm. Pırpır eden palmiye yapraklarının şırıltı ile hışırtı arası
kesintisiz müziğini duya dinleye iskelenin ucuna gittim, denizin üzerinde
durdum.
Koyu çevreleyen tepelerin karaltısının hemen üzerinde gök
kubbenin sessiz ihtişamı!
Uçsuz bucaksız.
Kıpırtıları yıldız ışıltılı deniz. Yutucu çekimi.
İçimi, kireçtaşından bir çakıl misali, yuvarlandıkça
yükseldiği tüm bu dipsizliğe bıraktım.
17 Kasım 2017 Cuma
15 Kasım 2017 Çarşamba
BİR KEZ DAHA HOŞÇA KAL GÜNEY
7 ay daha devirdik. Biz onu, o bizi öğüttü. Adını anmaya
değer olaysız bir 7 ay daha. Ateşi başa gelenlerle beslenen sohbetlere hiçbir
katkım olmaz. Ama konu baştan gelenler olursa başka, tezgahım, laboratuarım,
deney tüpüm, eğlenceliğim yerine geçen insan işleyişi konusunda beni ateşlemiş
gözlemlerden, fikirler, deneyimlerden bolca söz ederim. Pek alıcısı olmayan
şeyler. Hiç kendinden ibaret kalmayıp hayata karşı tavrımı anlamada bana
köprülük, kapılık eden, müzik alemine kendi çırasının ışığını tutan flüt
üzerine de uzun uzun konuşabilirim. O da geçer akçe değil. Böylece insanlar
konuşuyor, ben dinliyorum.
Neler yapıyorsun diye sorduklarında kestirmeden “Yaşıyorum”
diyorum. Ruhumun gıdasını olaylardansa en basite indirgenmiş hayattan, doğadan
çıkarıyorum. Değişiklik peşinde koşmadan değişime geçit veriyorum. Kırka
bölünmeyen dikkatimin odaklandığı şey renk oluyor, haz, doyum. Para saçılmayan,
havadan sudan şeyler ilk elden beslenme.
Doğanın yansıdığı kafamda bol boşluk, açıklık,
tıkanıklıklarıma, engellerime, koşullanmalarımın gücüne, karanlığımın koyuluğu,
aydınlığımın enginliğine, sivrilik, keskinlik ve yumuşaklığıma, pasıma,
ışığıma, sınırlarım ve olanaklarıma uyanıyorum.
Nesini anlatayım? Yaşıyorum işte.
Bir 7 ay daha bu oyunun sahnesi oldun, sağ ol ve hoşça
kal güney.
11 Kasım 2017 Cumartesi
BİR KASA KEDİ, YARIM KASA SORU, TEK BİR CEVAP
Mamalardanmış. Sarı kedi ilk doğumundan olma oğlanı hâlâ
emzirirken yeniden hamile kaldı. Veterinere göre, işin kolayına kaçarak veya tam
beslensin diye dayadığımız hazır mamalar, normalde yılda iki kez doğuran kedileri
her ay yumurtlar hale getirmiş. Sen yaparsın, bünyen kuvvetli olarak tercüme
edilen bir şişirilmişlik.
Yiyeceğini koruyamıyor, zorbalığa pabuç bırakıyor
demiştik. Bu (nereden baktığınıza ve insanca nitelikler yakıştırıp
yakıştırmamanıza bağlı olarak) bilgece, aşmış ya da zayıf hali içimize
dokunduğundan onu korumamıza almıştık geçen yıl. Sonuçlarını kestirememişiz.
Nereden bilelim?
İlk oğlu, Cornelius, çok hareketli bir yavru, cevval bir
ergen oldu. Anası şimdi bir de hamile, artık onu kovar ki yenilere yer açılsın
diye bekledik. Bir iki hırladı, araları gerildi ama –babamın taktığı ad ile-
Oğlan peşini bırakmadı. Ananın zaten varla yok arası direnme, kendini öne alma
gücü tükendi. Üç yeni yavru doğurduğunda artık kendi cüssesini geçmiş, güçlü
kuvvetli, toraman Cornelius onlara katıldı!
Anası, başka yerde doğurduğu yavruları 3-4 haftalıkken bize
taşıdı –ne biçimsiz, ham taslaklardı. Yeteneksiz bir resim öğrencisinin kötü
geçen ilk asit tribinde, aklı kedi, fare ve perdeayaklılar arasında gide gele
çiziktireceği türden. Terastaki çiçekliğe yerleştirdi.
Ne yapmıştık biz böyle? Doğanın eleyeceği bir davranışı
koruduk korumasına da nasıl ve neleri değiştirerek? 6-7 ay bak, bırak, kalırsa
gelecek sezon devam et. Ne kalpsizsin, al götür işte Ankara’ya, babana da
yoldaş, eğlence olur diyen oldu. Kendimi ve bitmeye bırakamayacağım ilişkiye
girmeyeceğimi bilmesem, iyi niyetle egoistlik arasındaki sınırı bulanık bir
tavırla kediyi doğal ortamından koparır, götürüp şehir evine tıkardım. Belki.
İyilik mi etmiş olurdum? İnsanlar aleminde hapis ama
güvenli, uzun, uzatılan bir ömür. Bu mu olurdu iyilik? Şu özgür hareket
alanından, elementlerle, türdeşleriyle iç içe, zorlu ama doğal yaşamından
koparmak mıydı iyilik?
Hadi götürmüyorsun, bari kısırlaştır, yazık hayvana diyen
oldu. Onu da yaptırmadım. İçerde durmazdı, dışarı salamazdım. Kritik dönemde
başına iş gelmesini göze alamadım.
Masumluğu, güzelliğiyle yüreğimize girdi. Sevgi miydi
şimdi bu? Yoksa bu duygunun hoş tadını verecek uygun bir nesne mi bulmuştuk?
Bir bulanık sınır daha.
İlk yağmurda babam çiçekliğin üzerine bir tahta çatı
yaptı ama toprak ıslandı tabii. Yavruları karşı evin altındaki boş alana
götürdüm, oradaki bir meyve kasasına koydum. Hava açınca anaları geri getirdi.
En acarları, durduğu yerden kaçan, gezeni eksilmişti. Bir şey hissetmedim.
Giderek güzelleşen diğerlerine de. Sandıklarını getirdim, minderler, çoraplar
döşedik. Verandaya yerleştiler. Cornelius da aralarına. Hiçbir şeye karşı
çıkmayan anasının memesine yapışıp cork cork emişine küçükler adına kızdık bir
iki. Onun iki hamlede çektiği süt, üvey kardeşlerinin iki öğünü filan
olmalıydı. Çekip çıkardık sandıktan. Karışmamayı hâlâ öğrenememiş gibi. Sonra
bıraktık.
Anne geceleri gidiyor. Ya ava ya çapkınlığa ya başka bir
kapısı daha var. Yavrulara Cornelius bakıyor, onun üstünde, altında, göğsünde
uyuyorlar.
Anaları sabaha karşı yine öteberiyle dönmeye başladı. Bir
kuş, bir torba ekmek (çok komik, günah diye çöpe atılmayan, yanına torba içinde
bırakılan bu ekmeklerle bakkaldan gelir gibi).. Oğlanla ona mamalarını
veriyorum. Ardından sandığa hep birlikte yerleşiyorlar, ikisi ufak, biri
kendinden büyük üç çocuk memelere asılıyor.
Cornelius cinsel olarak aktif hale geçince ensest
ilişkileri sırasında da emmeye devam eder herhalde.
Kendi bilecekleri iş.
Benim bağım çözülüyor.
Bitmeye bırakamayacağım ilişkiye ve altından
kalkamayacağım taahhüdüne girmeyecek kadar da biliyorum kendimi.
10 Kasım 2017 Cuma
SABAH VARYETESİ
Babam el yakan haşlanmış yumurtasını tabağına atıp
tezgaha geri döndü.
Geniş yüzeyiyle tüten yumurtanın enli başlayan dumanı..
Brancusi’nin eğrilerini (Boşluktaki Kuş vd) çağrıştırarak sakince yükselip ta yukarılarda bir
tuba ağzı gibi açılıyor, içinden art arda böyle başka ağızlar doğuruyordu, dışa
saçılan bir sarmal.
Tanrım, ne gösteri!
Teşekkürler yumurta! Günümü şimdiden gün ettin.
9 Kasım 2017 Perşembe
SABAH YÜRÜYÜŞÜ –III
Toprak yolun son yağmurlardan kalan su birikintilerinde
sonbahar yansımaları, pas tonlarına bürünmüş düzlükten Flamingo Yoluna devam
ettim. Başını kaldırmana gerek yok, güz yerle birdi.
Aklımı, kayışını çıkardığım genç bir köpek gibi serbest
bıraktım. Ne bir yavru gibi ele avuca sığmazdı ne de yaşlısı gibi miskin. Hava
kadar diriltici, onun kadar da tatlı sıcak, oraya buraya seğirtti. Sonra da
yatıştı, peşim sıra gelirken pek sessizdi. Sakin.
Depresyonda yürüyüşü boşuna önermiyorlar. Ritmik
hareketin düzenleyici, yatıştırıcı bir yanı var. Ama benim şimdiki yürüyüşüm öyle
değildi. (E, zaten depresyonda da değilim.) Elimde kamera, gözümle köpek-akıldan daha fazla öteye beriye
gidiyordum.
Derken fotograf çekmeyi de bırakıp hızlanmadan yürüdüm.
Keçi sürüsü şimdi uçurumun karşı tarafındaydı. Çobanları kadının elinde cep
telefonu mu olduğunu merak ettim.
Dönüş yolunda bir müşkülümün kafamda kendiliğinden
açıldığını fark ettim. Bir süredir girdiğim kuvvetli iritasyon krizlerinin..
Böyle
diken üzerinde, sinir olarak, karşındakini itip kapanarak, öfkeyle karararak
aslında kendini incitiyorsun.
Ne
kadar daralıyor, körleşiyorsun. İçin, herhalde dışın da, çirkinleşiyor, kirlettiğinden çok kirleniyorsun.
Sustum, kulak kesildim. İçtenliği, usulcalığı, isabeti
şaşırtıcı bir içgörüydü. Ve kaynağı ego olmayan hakiki bir içgörünün yaptığı gibi can alıcı bir gerçeği lafı hiç dolandırmadan ama canını da yakmadan duyurmayı bildi.
Derdin
karşındaki değil, dayanamadığın kendinsin öyle vakitler.
Taş gediğine oturuverdi.
Ruhuma saplanmış, günlerdir gevşemek bilmeyen bir kramp çözüldü gitti.
8 Kasım 2017 Çarşamba
SABAH YÜRÜYÜŞÜ –II
Fazla gitmemiştim ki, işin suyunu çıkaran
günübirlikçilerin sahilin ortasında taşlarla çevirip ateş yaktıkları yerde bu
kez şişe kırıkları dikkatimi çekti. Parçalı şeylerin üzerimde karşı durulmaz
bir çekimi var. Görünümü, bütünü bölen, kıran, yeni, ucu açık cümleler,
imgeler, simgeler oluşturan parçalanmışlıklar..
Ufak bir –herhalde- viski şişesi, kim bilir hangi ayyaşın
heyheylenmesiyle boynundan tutulduğu gibi ateş yerini çevreleyen taşlara
çalınarak parçalanmış. Fazla değil; camın kalınlığı tuzla buz olmasını
engellemiş. Yandan gelen sabah güneşi, camdan süzülüşü, çeşitlenen renkler, taş
ve camın yanak yanaklığı.. Ahh!
Hiç çiğnemediğim bir kuralım var: Fotograf nesnene
dokunmayacaksın! Yani ellemeyeceksin. Dilediğince dokunacağın, müdahale
edebileceğin şey, senin ona yaklaşımın. Bakış açısı, ışık, perspektif,
çerçeveleme ve tabii kamera ayarları ile bir noktaya kadar çekim sonrası
işleme. Bu kuralla gözettiğim düşünce galiba şu: Tabağındakinden, elindeki,
önündekinden en iyiyi çıkar. Varolanı kendi istediğime göre değiştirmek yerine
(bu yalnızca zorlama, hatta zorbaca gelmiyor; kendi isteğim demek, bildiğimden şaşmamak demek, bu da beni
bildiğimden daha öteye götürmez, kendimle kısıtlar) onu algılayışımla oynamak.
Böylece mevcuttan yola çıkan bir arayışa dalmak. Bunda rastlantıya (nesneyi
rastlantısal bir halde buluyorum) epey bir yer açma da var ki
beklenmediklikler, tasarlanmamış sonuçlar, keşifler için çok bereketli bir
alan.
Fare kıstırmış kedi gibi başladım kırık şişenin çevresinde
dört dönmeye ve de hikayeler görmeye. Oynadım, oynadım. Bakışımı kaldırıp
Korsan koyundan yola çıkan keçi sürüsünü seyrettim, Yörük kadının keçileri
güderken attığı vahşi çığlıkları dinledim –opera yazsam bunları eklemenin bir
yolunu arardım -palto dikilecek ne güzel bir düğme. Sonra devam ettim.
Tamam, bu! dedirten resmi yürüyüş dönüşü aynı yerden
geçerken yakaladığımı bilgisayar başında çektiklerime bakarken gördüm. Fikir,
duygu, yatağı, yürüyüş sırasında, aklım onda değilken olgunlaşmış. Sık
yaşadığım bir şey. Tohumu at (bunu içini hoş bir ateş gibi yakan heyecanın
parlayıverişinden anlarsın), aklını üzerinden çek, bırak bilincinin altında
usul ateşte pişsin..
Esin ve heyecan veren şeylerde benzer bir işleyiş de onu
sonradan dile dökmeye kadarki gidişte. Önce güçlü bir uyarım geliyor (ayağının
dibindeki gazete yaprağında bir ölüm ilanı, kırık bir viski şişesi). Bir
yırtıcının av kokusu alması. Onunla ilişki kuruyorum (sadece izliyor ya da
fotografını çekiyorum). Şölen! Buna nasıl bir anlam verdiğim, ne gibi bir bağlama
oturttuğum ise sonradan, başına oturup düşünür, yazar ya da fotograflar
üzerinde oynarken aşama aşama netleşiyor. Sindirim. Düşüncenin kuru, kendini
tekrarlar mekanik bir işlem olmaktan çıkıp ilhamın heyecanına banıldığı,
bilincin altı ile üstü arasında hoş bir arkadaşlık, işbirliği.
Her neyse. Şişenin ayyaşın hoyrat elinde son bulmuş
görünen serüveni, bir sabah yürüyüşünde canlanıp biraz daha sürdü, bana da
güzel bir vakit geçirtti.
Son kare. Aklıma birçok başlık geldi, yaklaşım, ilişki. Bir kobra gördüm,
başı hâlâ yılanken gövdesi gotik bir fanteziye ayrılmış. Ezik bir mitolojik
figür. Tanrının kulak vermediği bir yakarış.. Derken Sisyphos’u gördüm (taş ve cam) ve
oturdu!
Çökkün Sisyphos dedim.
SABAH YÜRÜYÜŞÜ
Tatlı bir gün. Yürüyüş havası. Kimsesiz, masmavi.
Kahvenin önündeki açıklıktan geçiyordum, ıslana kuruya
rüzgarla savrulmuş gazete yapraklarına gözüm takıldı. Kancası bilincimi
altlarından yakaladı. Ardından zokayı yuttum. Birkaç adım atmışken birden durup
geri döndüm, sayfalardan sonuncusunun başında durdum. Anlamı bir anda vurur, dalga
dalga açılır, sözcüklere dökülür hale gelirken baktım.
Bin lafa bedel bir resim.
Zamanlar (gidenin ölüm vaktiyle şimdi), mekanlar uç uca
geldi.
Acısının düştüğü yeri yakmış, sonra yavaşça kanıksanıp dinen ateşi ile bunun hiçbir şey ifade etmediği yabancılardaki kayıtsızlık. Fırtına gibi estiğinde de, varlığı hiç hissedilmediğinde de akıbetin ortaklığı: Fanilik.
Acısının düştüğü yeri yakmış, sonra yavaşça kanıksanıp dinen ateşi ile bunun hiçbir şey ifade etmediği yabancılardaki kayıtsızlık. Fırtına gibi estiğinde de, varlığı hiç hissedilmediğinde de akıbetin ortaklığı: Fanilik.
Kendimizi, yakınlarımızı merkezi bildiğimiz evrenin daha böyle
sonsuz merkezliliği. Aynı hesaba gelen önem ve önemsizlik, anlam ve anlamsızlık.
Kavrulmuş kağıtta siyah beyaz eski bir haber ile renkleri
dipdiri, capcanlı bu gün.
..
gördü ve aydınlandı diye bitecek bir Budist meseli olabilir şiddette
bir idrakti.
Fotografını çektim ve yola devam ettim.
7 Kasım 2017 Salı
DUR HELE
Sabrım taşmak üzere, tüylerim diken diken, bir süre dört
döndüm.
Silahları kuşanıp restler çekme, işi bir güç savaşına
dönüştürüp galibi çıkarak bunaltıyı savuşturma fantezilerine kapıldım.. (Kendi
kendimi soktuğum çıkmazın umarsızlığı burada; güç savaşları hiçbir zaman çorbam,
değil kazanmayı, oynamayı öğrenebildiğim bir oyun olmadı.)
Bu tepkide bir terslik, işe yaramazlık olduğu hissini
arkadan arkaya duyarak yattım, katılığından rahatsız.
Kauçuk niteliğini kaybedip sertleşen lastik imgesi ve
yumuşamış bir içle uyandım. Rahatla diye fısıldamaktaydı bir yanım diğerine.
Katılaşıp kapanmak düğümü sıkılaştırmaktan başka işe yaramayacak. Şu ne fren
tutan ne hızlanmak bilen kötü lastikler misali halden çık. Bırak hayat senin
tasavvurlarının (kendine hak bildiğin tepkilerin –ah, o kendine hak bilmeler
yok mu, zehrin önde gideni!) ötesinde gelişsin. Bak bakalım neler getiriyor,
götürdükleri neler. Ne kadar esnek olur, benim dediğim! diye diretmezsen o
kadar seçenek görürsün.
Kapılıverdiğim infialin, ilişkiyi havalandırmak yerine
damla damla biriken bir sıkıntı haline getirmenin, egzozunun yavaş yavaş
tıkanmasına aldırmadan aynı yolda gitme sonucu olduğu o vakit dank etti.
*
Böyle berraklaşma anları elbette iyi ama düğümlerin bir
seferde oluşup çözülüverdiği polisiye dizilerdeki gibi de olmuyor. Nahoş hal,
tepkisellik, ona bakış değişmekte bile olsa sürebiliyor.
O zaman da hüner onu barındırmakta galiba. Anında ortadan
kaldırmaya, başka uğraşlarla gölgede bırakmaya, görmezden gelmeye yeltenmeden
olmaya bırakmakta. Hikayelerinden, getirdiğin açıklamalardan soyarak saf bir
fizyolojik hal çıplaklığında yaşamakta. İman tahtanda dalgalanan bir çalkantı,
sesini bulamayan bir çığlık olarak.
Varlığını sakince tanımada. Dürtüsüne uymadan, derindeki
meramını analizlerle, savunma ve saldırılarla boğmadan kulak vermede.
6 Kasım 2017 Pazartesi
İĞNEYLE DERİNLEŞEN KUYULAR
6’yı biraz geçe hava, safir üzerine Amazon ormanları
kelebeklerinin kanatlarındakilere, kurşunisinden soluğuna, kat kat bulut ve
aralarındaki açıklıkların da marifetiyle mavinin akla geldik gelmedik
tonlarıyla aydınlanıyordu. Soğuk odadan daha soğuk dışarı çıktım. Gündoğumlarıyla
batımlarını ufukta görebilmeye şükranla derin bir nefes aldım.
Çıt çıkmıyor, kuşlardan, kedilerden bile. İki gündür
ortalığı kasıp kavuran yağmur ile rüzgar da ara vermiş. Ortada neyle ne zaman
bozulacağı belirsiz, o ölçüde de kıymetlenen bir barış, sükunet.
İçimde de. Hava hallerinin insanın içine ayna olduğu
zamanlardan. Tül tül inen yağmurdan sileceklerin yetişemediği sağanağa,
ağaçları telaşlı bir malikane uşağının tüy başlı toz süpürgesi gibi oradan
oraya yatıran rüzgardan aralarda açıverip kıyametin ortasında cennet olan
güneşe.
Huzuru içimde de bilerek aşağı indim. Kahvaltıyı
hazırlarken bitirip bir sonrakine atlamak üzere giriştiğim basit işlerle
ilişkimin ne kadar değiştiğini gözlemledim. İçimdeki o gergin yay gevşemiş,
neden olduğu belirsiz telaş, nereye koştuğu meçhul sabırsızlık dinmiş, zamanla,
can sıkıntısıyla barışık hali seyrettim.
Yıldızların elverişli hizalanışına, rastlantıya borçlu
olduğum bir hal değil bu. İğneyle kazılan bir kuyu daha çok.
Ele alınmayan, yakından bakılıp kurcalanmayan zihin,
özellikle can sıkıntısı (daha doğrusu onun can
sıkıntısı! diye bir kalemde kenara attığı yaşanan anın işlenmemiş cevheri)
söz konusu olduğunda su katılmamış ergen gibi davranıyor. Her şeyi (rengi,
çeşitliliği, rahatlığı, nahoştan esirgenmeyi) kendine hak bilen, takıntı haline
getirmedikçe hiçbir şey üzerinde fazla durmayan, bir dur bak denildiğinde
havalara sıçrayan huysuz bir zıpır.
Zihin bu ham haliyle hiç terbiye görmemiş yetişkin bir
köpek gibi, sahibinin elini yalayabilir de dişleyebilir de. Uyguladıkça, meyveleri
aldıkça artan bir sabır ve şevkle onu eğitmeye giriş (yani bir yanınla kenara
çekilip gözlemle, yaklaş, dinle, anla), karşılığı oradan buradan, azar azar,
hoş sürprizler halinde gelmeye başlıyor.
Mesela kendine yönelen iç sesler (eli kırbaçlı, acımasız
zorbalar, kıyıl kıyıl aşındırıcılar, esinlendirici, alan açıcılar, şefkatli ve
buz gibi olanlar, aydınlık ile karanlık) belirginleşip ayrışıyor. Bu da hakimiyetlerinden
özgürleşmenin, sahneye kaprisli giriş çıkışları elinde oyuncak olmaktan
kurtulmanın başlangıcı; onlarla özdeşleşmek gevşemeye başlıyor, derken bir
bakıyorsun, ara ara hükümsüzleşiyorlar.
Karıncanın adımı. Yol çok uzun, sen pek ufaksın demişler.
Olsun, ben adımımı bir atayım da demiş.
Ne iyi demiş!
*
Bir iğne de flütlü elimde. Kazdığım kuyu aynı.
Müzik de sınırsız alan açtığım bir şey. İlk nefeste içine
girdiğim, karşılaştırmanın, dışarıdan ve uzaktan dayatılan ölçütlerin, dayanaksız
amaçların, parazit iç sesler baltalamasının oracıkta kesildiği bir alan.
Sabırsızlık, düş kırıklığı ve kendine kızmaktan bu kadar tutarlı bir şekilde
uzak olduğum başka bir şey de olmadı ömrümde (yok, bir de fotograf var).
Yalnızca sesler ve onları işlemeyi öğrenmeye odaklanan
nefesim, ellerim, kulağım. Araya hiçbir şeyin girmediği doğrudan, yoğun bir
ilişkilenme. Nereye kadar giderim, çabaya değer mi, o gün canım çalışmak
istiyor mu.. Bunlar hep dolaylı ilişki kaygıları, benimle flüt arasında yeri
yok. Adımımı attığım an o katıksız açıklıktayım. Sadece o an. Onu adlandırıp
sıfatlandırmadan, kendi biricikliğinde yaşamak. Ne kadar çalkantılı, daralmış
vs girersem gireyim, belirsiz bir geçişle o açıklığa çıkıyorum.
Elimde iğne, dipsizliği bir şekilde ruhuma işleyen bir
kuyu da onunla kazıyorum işte.
2 Kasım 2017 Perşembe
NE ZAMAN Kİ
boşlukla, nahoşla (tatsız, zor olaylar, düşünceler,
duygular) barışıksın, özgürsün.
Alışkanlıkların (onlar pekiştikçe korkun, kaygın,
kaçışların da derinleşiyor) pençesinden azat.
Tersi de geçerli. Kaçış alışkanlıklarını (bir
sigara/kadeh/tabak vs daha, ekranlar karşısında biraz daha zaman) askıya
alabildikçe özgürleşiyorsun.
1 Kasım 2017 Çarşamba
KÜÇÜK BİR GECE MÜZİĞİ
Kurumaya başlayan yaprakları büyüklük ve kalınlıklarına
göre hışırdatan rüzgardan başka şey işitilmiyor.
Sessizliği derinleşerek uzayıp giden bir gece.
Issız da. Portakal hasadını bekleyen bir karı koca ile
yaşlı bir teyzeden başkası yok civarda.
Kitabımı (bir ruh arkadaşı: John Berger, Hold Everything Dear: Dispatches on Survival
and Resistance) kapayıp kulağımı gecenin yoğun boşluğuna açıyorum.
Hiçliğinde ne kadar dolu, besleyici. Onu böyle bilemezdim internetti, Facebook’tu,
geceyi kirleten şehir ışıklarının zihinsel karşılığı uyuşturucu kalabalıkla
ilintimi kesmeseydim. (Boşluktan korkma, adımını at, zenginliğine geçit ver.)
Flüte yer açılıyor, bol alan.
*
Sadece gece ve kendi elim, nefesimden çıkma müziğim, duya
duya, duydukça nüanslanarak çaldım çaldım.
Şimdi yeniden sessizlik. Yani rüzgarın itip kaktığı
kilidin ve klavyenin tuşlarının tıkırtısı ile buzdolabının homurtusu dışında.
Sesler kadar düşüncelerin de (içsel ses, gürültü
kaynaklarının) seyreldiği gece olanca ihtişamıyla beni yeniden kuşatıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)