Eşyamı ilk gün Eşref beyin gösterdiği Tatlıdede Konağına
bırakıp başladım yürümeye. Gördüğüm merdivenlerden sapıverip ine çıka, açık
bulduğum kapıdan girip soluğu nerede olduğumu kestiremediğim yerlerde ala dört
beş saatin sonunda o pek sevdiğim, iyice yumuşayarak kabının biçimine giren
balmumu kıvamını aldım. Adımlarım, gözlerimle kente ısındım. Ve kulaklarımla.
Dikkatimi ilk çeken kuş sesleri oldu.
Eski Mardin’de insanı kuş sesleri karşılıyor. Adım başı
kapılardan, duvarlardan (saçak araları ve taş yapıların bu iş için mi
düşünüldüğünü merak ettiğim yuvarlak açıklıklarından) güzel ötüşlüsü,
alışılmışıyla kuş sesleri geliyor. Cıvıl cıvıl, renk renk. Onları renk olarak
algılamak için sinestetik olmaya gerek yok; varlıkları taşın, bozkırın tekdüze
ağırbaşlılığına kıpır kıpır bir canlılık, evet, düpedüz renkler getiriyor.
Kafeslerde kanaryalar, muhabbet kuşları (Dara’da gösterişli bir papağan da
gördüm). Kuş seviyorlar. Ertesi gün etrafı gezdirip havaalanına götüren İbrahim
de doğruladı. “İnanmazsınız hocam, buralarda arabasını satıp güvercin alan
vardır!”
Onlara karışan başka süreklilikler: Bardaklarda
çıngırdayan çay kaşıkları. Ş’leriyle hışır hışır (ama gırtlaktan olmayan)
Arapça. Adım başı, kahveyi damla sakızlı, zencefilli hoş bir yerel harman eden
dibeklerin (elektrikli elbet) vuruşları.
Güzel sesli bir şehir Mardin.
1. Cadde eski şehrin piyasa yeri. İki yanında Süryani ve
Ermeni ustaların, beylikler döneminin en gösterişli örnekleriyle yamacın üst
kısmında göz alıcı bir kordon. Kaçınılmaz beton sızması burada da görülüyor.
Kuralsızlığın, yasakları parayla, nüfuzla delmenin norm olduğu bir ülke
olduğumuza göre beton sızıntısı er geç eskinin yerini alacak, bellek burada da
vasatın baskın yeknesaklığında boğulup gidecek. Yükseklik ve cephe renkleriyle
bu sızma henüz göz çıkarma eşiğini aşmamış.
Turistik dükkanlar, kahve, çerez ve baharatçılar da ana
cadde üzerinde. (Ana derken geniş değil, tek şeritli, taş parke bir yol. Ama
park edilmesi engellenen kaldırımlarıyla rahat yürünüyor. Bir vakitler bu
kadarı bile olmadığından Mardin’de bir yerden ötekine ancak katırla gidilir,
yük taşınırmış. Mavi belediye midibüslerinin önü arkasından geçen güçlü
kuvvetli beygirler -“Kaçakçı beygiri türü”- hâlâ görülüyor. Patriklik Şam’a
taşınmadan evvel Süryani patrikleri bile tekerleksiz bir çözüm olarak atlara
bağlı tahtırevanlarda taşınırmış.)
Dikkatimi ilk çekenlerden biri de birörnek tabelalar
oldu; koyu kahve üzerine parlak pirinç harfler. Eskiciden hâlâ kaset satılan
müzik dükkanına, vitrini altın dolu kuyumcudan sabuncuya, başka türlü aynı
kefeye konulmayacak her tür dükkanda bunlar. Tabelalar bizde genelde
çirkinleşmenin çığırtkanları, doğru. Bağırtkan, özensiz, bakımsız. Ama bir ara
Beyoğlu’nda da denenen bu tek tipleştirme sanki başka bir sorunlu yanımızın
işareti. Ya her telden ve avaz avazız ya da hiçbir şey söylemeyen bir tek
seslilik halinde. Uyumun birörnek, çok sesliliğin kakofoni olmak zorunda
olmadığını hissetmekten ne kadar uzak.
Caddenin bir ucu, görkemli eski yapısında Mardin Müzesi.
Öbür uçta Dilek Sabancı Sanat Galerisiyle Sabancı Mardin Kent Müzesi var.
Turizmin ölgünlüğü yüzünden birçok dükkan, bakırcı ve zanaat atölyesi kapalı.
Normalde adım atacak yer olmadığı söylenen çarşı, revaklı pazar yerlerinde
turizm için üzülsem de kendim için sevinerek ferah ferah yürüdüm.
Sokakları yolun altından birleştiren, abbara denilen geçitler, Mardin’in görüntülere
adım başı sunduğu kemerli çerçevelere egzotik (hoş bu şehirde ne egzotik
değil?) bir derinlik, beklenmedik ışık-gölge oyunları katıyor. Koca bir peynir
tekerinde yolunu kaybeden fare misali dalıp dolanmaktan büyük zevk aldım.
Ve işçilikle soylulaşan o müthiş taş! Öğle, ikindi,
akşamüzeri, şafak vakti ışığı altında taş sarısından altına, pas kızılına,
bakıra renk değiştirirken gözümü sürekli, burnumu da sık sık yapıştırarak
seyrettim seyrettim. Süryani ustaların kullandığı harcın sigara kağıdı
inceliğinde olduğunu anlatmıştı Eşref bey. (Bir seferinde bir camide işçileri
taş kenarlarını kazırken görüp dehşet içinde ne yaptıklarını sormuş. Valinin
emriyle derz çektiklerini söylemişler. Yapmayın etmeyin dediği vali, ama öyle
demeyin, ne kirliydiler, şimdi pırıl pırıl edeceğiz dediyse de laf dinler
biriymiş neyse, işin aslını öğrenince “onarım çalışmasını” durdurmuş.)
Ovaya bakan çay bahçeleri, teras kahveleri
Mezopotamya’nın seyrine varmalık, ben de vardım.
Konu Mardin olunca yemeklere de başlık açmak gerek değil
mi? Antep mutfağı Halep, Mardin’inki ise Bağdat etkiliymiş. Özene bezene
yapılan, çok emek isteyen yemekleriyle birkaç kez karşılaşmıştım. Zevkli,
zengin, leziz, ilginç (“Meyve öyle
boldur ki her tür yemeği yapılır”) olduklarını bilecek kadar da ince iş
takdirim var. Ama canı boğazdan gelen biri değilim. Öğleyin ünlü Rido’da kebap
yedim. Akşam da mimarisi hoşuma giden Cumbalı Ev’de zeytinyağlı meze ve sac
tava. Bir de yöre şeyi olsun diye bir kadeh Süryani şarabı içtim ama. Yoğun,
koyu, yumuşak, tatlı, Mardin’in şarap karşılığı gibiydi, sevdim. (Bu cümleden
sayılmak üzere, Mardin’de beğenip aldığım bilezik de Trabzon işi çıktı.)
Eski bir Süryani evi olan otelimde dönüş sabahı. Özgün
bir yapı katledilmeden günün gereklerine, yeni işlevlere nasıl uyarlanır konulu
sonu gelmeyecek kafa yormaya biraz daha malzeme sunan (geleneksel taş
işçiliğinin sonsuz sabrıyla özeninin yerini alan yalapşaplığın, detay
körlüğünün insanın içini acıttığı) ama rahat, sessiz ve muhteşem manzaralı
konağın yemek salonunda bir ben vardım. Biber, patates, patlıcan kızartmasıyla
zenginleştirilmiş kahvaltı tabağım önüme geldi, silip süpürüp kendimi dışarı
attım.
1.Caddenin alt tarafları yoksul. Taş işçiliği burada
yerini sıvasız briket duvarlara bırakıyor. Yola çömelmiş sessizce dua
mırıldanan yaşlı kadın, uzun bir süre kimsesiz geçitler, kırık dökük
barınaklar. Saptığım dönemecin loşluğuna patlayan bir kadın kavgası, Arapça.
Genç, öfkeli, tiz bir sesi daha sakin karşılayan pes bir ses. Lağım kokusu.
Sıçrayıp alçak, dökük bir duvarın arkasında kaybolan kara bir kedi..
Resepsiyondan ayarladıkları İbrahim tam vaktinde geldi.
Deyrul Zafaran Manastırı ile Dara harabelerini de görüp alana gitmek üzere
arabasına atladım. Artuklu Üniversitesinde (“Artık çok ileri, Gaziantep
Üniversitesiyle aynı düzeyde”) iktisat okuyormuş, pırıl pırıl bir çocuk.
Yamaçtan ovaya inerken gerçekten de deniz kenarında gibiymişsiniz dedim. O da
bizim buruk avuntumuz işte hocam diye karşılık verdi.
Dümdüz, olağanüstü bitek topraklar. Paha biçilmez bir
açıklık, alan hissi.
“Şu pamuk değil mi?” Pamuk, evet. Yeri göğü kaplayan mısırdan
çok daha az ama Çukurova’dan silinen pamuk. Hem de üç ağız ürün veriyormuş.
Önümüzdeki bir yükselti üzerinde hızla yürüyen birini görüp
bunlardan ürküntü duyar mı diye sordum. Güldü, “Yok, biz de çok kullanırız o
tepeleri. Ama bir grup görürsem o başka tabii.”
Midyat’ta dışarıdan gelme bir solistin şoförlüğünü
yaparken bir gece yolu kesilmiş. “Tek başıma olsam neyse de arabada işinden
dolayı süslü, giyimli bir kadın. Bir anda gaza basıp fırladım.” Arabaya bir
kurşun isabet etmiş ama kurtulmuşlar. “Bir daha ne ben gittim ne de o beni
aradı!”
Deyrul Zafaran, sırtını verdiği bir yükseltiden
Mezopotamya’ya bakan diğer büyük Süryani manastırı. Adını bir vakitler çevrede
bolca yetişen safrandan almış. İçerideki grubun çıkmasını beklerken 20-30
kişilik yenisiyle birlikte manastırın çay bahçesinde oturdum, safranlı,
zencefil, karanfilli çaylarından içtim (pek lezzetliydi).
Manastırı gezmeye Süryanilerin Hıristiyanlık öncesi tapım
yeri olan Güneş Tapınağından başladık. İkişer tonluk muazzam blokların harçsız
sıkıştırılmasıyla kurulmuş, vaktiyle tapınak gibi bir tapınak imiş. Hesaplı bir
açıklıktan yılın belirli bir gününde giren güneş ışığında sunularını
yaptıklarını dinlerken güneşe tapmanın Mezopotamya’ya ne kadar uygun düştüğünü
düşünüyordum. Güneşle döllenen o topraklar, tarımla gelen uygarlık. Doğaya
aracısız ibadet. Her neyse, uygarlık Süryanilerde Hıristiyanlıkla sürmüş.
Türkiye’nin ilk matbu gazetesi 1800’lerde İngiltere’den getirttikleri makineyle
bu manastırda basılmış. Sonra? Bugün değişse de sayıları 20-25 kişi arası imiş
sakinlerinin.
Dara yolunda ilerlerken İbrahim camları açtı. “Havayı içinize
çekin hocam, burada bir başkadır!” Gerçekten de civardan hissedilir ölçüde daha
serin, mis gibiydi. “Yazın ortasında bile fark eder. Kışı da ona göre çetindir.”
Kayalara oyulmuş mezarlar, odalar, kilerlerle Dara
harabeleri Kapadokya’yı andırıyor. Mardin buradan önce de Kapadokya’yı sıkça
çağrıştırdı ama ruhu daha sıcak, yakın geldi. Daha etkileyici bulduğum, harabelerin
biraz dışındaki sarnıç ve zindan olarak kullanılmış yapıydı. Devasa bir Roman
Katolik katedrali gibi. Düzensiz basamakları kaygan, içerisi neredeyse zifiri
karanlık (yüzyıllar önce güneş enerjisini kullanarak sıcak su sağlanan bölme
hariç, orası aydınlatılmış). El feneri açılmış cep telefonları sayesinde hayal
meyal seçiliyor. Düşük ışıkta çekim yapan kameramın yakalayabildiğine bakarken
oradayken gördüğümden fazlasını gördüm. Zindan-sarnıcın üzerinde bir köy evi
var. Yapı, evin tapusunun alınmasından sonra keşfedilmiş. İbrahim’e göre
anahtarı da (evin birkaç basamak altındaki basit bir demirli kapıdan giriliyor) ev sahiplerindeymiş.
Dara’nın bitişiğindeki papağanlı yerin gözleme ve ayranı
nefis.
Ayrıldığımızda kaymak gibi uzanan yolları gösterip
“Övündükleri kadar var değil mi?” dedim gülerek. (Yol inşaatıyla övünen
yolsuzluk.) Öyle, dedi İbrahim. “Buradan doğusu bozuk, malum olaylar.. Ama İpek
Yolunu canlandırıyorlar.”
Burnunun dibine kadar uzandığı Mardin’e bağlı olsa da
nüfusu onunkinin çok üzerinde olan (185 bine karşılık 235 bin), adı karanlık
çağrışımlı, kendisi bloklar ormanı Kızıltepe’den, sınıra dikilen beton blokların
fabrikasının önünden geçip alana geldik. Valizimi alıp girişten görünen Şırnak
tabelasına 96 saatte başkalaşmış bir bakışla içeri girdim.
*