Birkaç günlük bir kaçamak yaptım. Atladım arabaya, epey
bir kısmı tünellerle kısaltılıp düzleştirilmiş kıvırcık yoldan Alanya’ya
vurdum.
Puslu, basık hava güzelim dağlara buğulu bir katman
atarken yamaçlara, koylara fazladan bir derinlik katıyordu. Anamur’u, çevre
körlüğünün aşılmaz seddi gibi yükselen TOKİ bloklarını biraz geçtikten sonra
baş döndürücü Gazipaşa virajlarına girdim. İn, çık, dön, dön, dön. Ama ne kadar
güzel, tanrım! Kaledran’ın yamaçları çağıldayarak kaplayan muz bahçelerini
heyecanla bekliyordum, büyük bir bölümünü sera altında görünce süngüm düşmüştü.
Ondan sonra da seralar artarak sürdü. Fiziksel olmasa da görsel olarak
manzarayı nahoş bir kesintiye uğratıyordu. Ne diyeceğiz buna? Tarım ekonomisinin
gereği mi? Yerini tıknaz, ruhsuz sera türdeşine bırakmış ufak tefek, narin,
kokulu Anamur muzu ne derdi? Plastiğin muz ve toprak ile güneşin arasına
girdiği, ruhuna karşılık meyveyi rüzgarlar ve yağıştan koruduğu, çiftçiye de
kârı artırmaktan ziyade zararını azaltarak hizmet vaadiyle yanaşan bir iş
göründü seracılık öyle yanından geçerken.
Gazipaşa büyümüş, havaalanı dolayısıyla yüzü gözü
parlatılmış, kaymak gibi yollarıyla aktı geçti.
Çok sürmedi, bir otuz yıl önce buraları turladığım
dönemden kalma resimler, hafıza galerime dalmış çapulcular tarafından talan
edilmekte gibi kalakaldım. Direksiyonu çevirmeye, gaza basmaya devam ediyordum
etmesine ama içimde bir şey öylece durdu. Bir iki otel, motelin, tek tük tatil
köyünün nadiren kesintiye uğrattığı o bol alan duygusundan eser yoktu. İtişe
bitişe yığılmış, çığırtkan, absürt ve/veya çirkin yapılar (hiç alışılmadık
olmasa da çokluklarıyla) soluğumu kesti. İyi bir gelişme; kıyı şeridine
dokunulmamış, yapılaşma (güvenlik çitine abanan kudurmuş bir kalabalık
misali) yolun üst tarafında tutulmuş. Şehrin, girişteki levhaya göre 265bin
olan nüfusu (güncel sayı Ocak 2017 itibariyle 294 bin imiş), dışbükey, dalgalı,
teraslı cepheleri, grotesk heykelleri, alaturka Disney imbiğinden geçirilmiş
soğan kubbeleri, kuleler, köprüler, kemer ve daha nice icadın fazladan hareket
kazandırdığı beton, çelik, mermer ve füme camdan devşirilme tesislerin bu acımasız pompasıyla “iyi
bir sezonda” kaç misline şişirilirken pek orada olunacak yer değil Alanya.
Işıkla (güneşle) doğal, sere serpe bir ilişkinin yalnızca zamanda değil, mekanda da genişlik, enginlik istediğinin farkına bu kısa yolculukta vardım.
Gürültü kulağın incelikli seslere duyarlığı için neyse kalabalık da gözün
duyarlığı için o.
Hamut edip boynuna vursan deveyi çökertecek bu algı
yüküyle şehri çıktım. O vakitler oturduğum yere bakarım diyordum. Ne saflık!
Kartlar bin kez yeniden karılmış da şimdi onlarla taşla oynanan bir oyun
oynanmakta gibiydi.
İtişe kakışa öne çıkmaya çalışan anlayışlarıyla (50’lerin
turistik yolcu gemileri biçimli Vikingen Infinity’nin bitişiğinde Tekbir) koca
otellerin, onların fırlamış bağırsakları gibi duran birbirinden renkli, yüksek,
kıvrım büklüm su parklarının, arkalarında yamaçlara tırmanan evler,
apartmanların yanından yolla birlikte bata çıka geçtim.
Kıyıya saptım, toprak yolundan büyücek
bahçesiyle Zeyno’ların evine vardım.
Cırcırların gür ötüşü göğü tuta dursun, çalkalanan içim
sakinleşti, karşılayanlarla (arkadaşlarım, Zeyno’nun annesi) şenlendi.
Sıkışma-yığılmanın ortasında birkaç dönümlük bir vahaymış
burası. 60’ların sonundan, harcında bu yere beslenen sevgi olan makul, işlevsel,
fazlalıksız bir (istenirse bir kapıyı kapamakla iki) ev ile az ötedeki
yavrusu. Toprak rengi, ferah. Taş, tahta zeminler, sekiler, rüzgarın, olmadı
esintinin dolanacağı bir aralık, güneşe göre dolaşılan üç masa, duvarı okşayan
yasemin, evle yanak yanağa bir begonvil.. Ama asıl, veranda ile deniz
arasındaki o kaktüs bahçesi! Çeşit çeşidiyle beni benden alan çiçekli, meyveli,
boylu poslu, açılmış fiyonk, karışmış çile biçimli kaktüs. Bir tür doğal
dikenli tel olarak düşünülüp büyüsüne kapıldıktan sonra çeşitlendirilmiş harika
bir örtü.
Basamakların dibinde ufak bir koy ile ev (tek bir bütün
olarak algıladığımdan çoğul değil) ayaklarını Akdeniz’e sarkıtıyor.
İki yandaki oteller görsel olarak eski çamlar, selvi ve
kayalıklar arkasında kayboluyor. Önümüzden vızır vızır ve yerli pop müzikle
avaz avaz geçen muz, jetski, tekneler vs ve göğümüzden süzülen adı her ne ise
denizden kalkan) sarılı kırmızılı yamaç paraşütleriyle diğer uyaranlar, güneşe
doymuş çam iğnesi kaplı topraktan, buranın derinlemesine verdiği huzurdan şöyle
bir sekip gidiyor.
Doğa bu köşeden “Kendi başınıza ne çorap örerseniz örün,
ben buradayım, isterseniz sizinleyim” diyor.
Durup hissimi yokluyorum da, çocukluk arkadaşlarım ve buranın aynı duyguyu (ayaklarını biçimlendirip onların biçimini alan eski terliklerin vereceği sereserpelik) telkin ettiği bir iki buçuk gün geçirdim.
Durup hissimi yokluyorum da, çocukluk arkadaşlarım ve buranın aynı duyguyu (ayaklarını biçimlendirip onların biçimini alan eski terliklerin vereceği sereserpelik) telkin ettiği bir iki buçuk gün geçirdim.
*
(Rüya ile karabasan -betonbasan!- Alanya'da da iç içe. Kale, tepesi ve içi turizme iyi korunarak açılmış. Gezilmesi hâlâ çok hoş ve daha kolay. Yukarıdan olağanüstü doğaya bakış ise, bitiştirdiği iki yaşam biçimiyle hazmı zor bir lokma olup insanın gırtlağına çöküyor.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder