16 Ağustos 2017 Çarşamba

GİLİNDİRE MAĞARASI VE SAPADERE KANYONU






Yeni yoldan Aydıncık’a gelirken kenarda şimdiden paslanıp solmaya başlamış levhaları dikkatimi çekti. “Dünyanın 8. Harikası Gilindire Mağarası’nı görmediniz mi?” Hayır ama görelim bakalım deyip saptım. 3 km’lik dar ama düzgün asfalt yoldan tepeyi dönerek çıktım. Bir iki araba, çay kahve içilecek bir yer ve gişe dışında boş bir düzlükten mavi-menekşe Akdeniz ve feneriyle çıplak bir burun tabak gibi uzanmış, güneşin alnında ışıl ışıldı.

Sağlık sorunu olan yaşlılara mağaraya girmemelerini tavsiye eden panoyu hiç işkillenmeden geçip bilet aldım. Uçurumun dibine kadar altı katlı bina yüksekliğinde, kafesle çevrili demir merdivenlerden (sarı boyaları ve gölgeleriyle her bir kanatta manzaraya yeni bir grafik hareket katıyorlardı) tıngır mıngır inmeye başladım.

Ben girerken çıkan kalabalık aileden başka tek tük insanla karşılaştım.

Gözlerim loşluğa alışırken havayı kokladım. Nemli ve ılıktı. Kırmızısı biraz fazla kaçmış düşük aydınlatma sarkıt-dikitleri karanlıktan alıp gönülsüzce sahneye çıkarıyordu. Devasa orglar, canavar dişleri.. Oyuklara biriken gölgelere göz kendiliğinden anlamlar yüklerken bilinçdışının canlanan dehşet ve gizem dağarcığı.

Uzunluğunu (550 m imiş) okumamıştım. Yürüyüş yolundan bir galeriden diğerine geçtikçe daha da mı gidiyoruz?! dedim. Karşılaştığım soluk soluğa kalmış çifte sordum. O-hoo dediler gülerek.

Rutubet yükselmiş, artık ince, tozsu bir perde halinde dalgalanmaktaydı. Sıcaklık değişmese de su kesilmiş, devam ettim.

Paslı basamaklara vuran adımlarımın boyutlu, tok mağara sessizliğindeki yankıları. Yankı demişken.. sağıma soluma bakıp kısa, keskin bir çığlık attım. Çınlamadan geri geldi. Sırf bu iş için, kimsenin girmediği bir vakit mağarayı bir bumerang gibi oynayacağım sesimle gezmek isterdim.

Birkaç kat da mağara içinde inmiş olmalıyım. Yürüyüş yolu galerilerin içinden, üstünden dolanarak en geniş açıklığa vardı. Sarkıt-dikitlerin basit bir süreçle sonsuzca çeşitlenen işleri, vuran iki renk ışık ve ıslak gözlüklerimin etkisiyle bir kat daha değişerek sürerken nihayet “Aynalıgöl” üzerindeydim. Kıpırtısız, dupduru, mağara duvarlarını belli belirsiz yansıtan bir karanlık su.

Tüm bir seyrin sonu, tepe noktasına en derinde varan bir kreşendo gibi. Çok güzel.

Şimdi bir beton kırıcının cehennemi gürültüsünde yazıyorum da mağaranın kendine has kucaklayıcı sessizliğinin hayali daha bir yoğunlaşıyor.

İnsan dünyasından çok uzak, çok başka, çok.. doygun.

                                                                   * * *



Yolunun üzerinde, dedi Nili teyze, git gör, değer.

Alanya dönüşü, Gazipaşa’ya gelmeden kahverengi tabelasından saptım: Sapadere Kanyonu. Mesafe yazmıyordu: 22 km, virajlı ama rahat bir yol.

Alanya, yığılma, kalabalık geride kalmış, dağların asfalt ve araba dışında zaman ötesi kucağında olmak ne ferahlatıcı.

Ormanların kıpkızıl, hasta bir bölümünü de geçtikten kısa süre sonra kanyonun ağzına vardım. Sandalye masa sayısından birkaç otobüs ağırladığı anlaşılan lokanta çardakları boştu. Oysa vakit öğleyi bulmuştu ama gezi tanrılarım sayesinde Sapadere’yi de ancak kimsesiz halinde gezip çıkarken Rusça ve Arapça gürültülü kafilelerle karşılaştım.

Kanyonu iyi bir düzenlemeyle ziyarete açmışlar. Ahşap bir yürüyüş yolu 750 m içeri uzanıyor.

Her bir metresinin tadına vardım. İki yanda dimdik yükselen yalçın duvarlar, bir iki metre aşağıda kayaların üzerinden çağıldayarak akan suyun sesi, serinliği (3-6 m derinleştiği ceplere kendine güvenenin suya girebileceği merdivenler yapılmış), durulduğu yerlerde ışık oyunları, yansımalar.. Sadece kısa bir arada boza pişirebilecek güneşin henüz tepede olmayışıyla ne de havadardı.

Yalnız çamlar kanyon duvarlarına, kanyon da benim fani bedenime ölçek oluyor, zaman ve mekan içinde yerli yerime oturtuyordu.

Mağara ve kanyon. İnsana haddini hatırlatan bu iki oluşum onun için de huşu uyandırıyor.

Doğanın insan dışındaki haline dokunmak şifalı, tazeleyici.

Aslolanı fısıldıyor.

*
Fotograflar:

https://goo.gl/photos/3ucbdVwVgTWyBsLH7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder