Yeni yoldan Aydıncık’a gelirken kenarda şimdiden paslanıp
solmaya başlamış levhaları dikkatimi çekti. “Dünyanın 8. Harikası Gilindire
Mağarası’nı görmediniz mi?” Hayır ama görelim bakalım deyip saptım. 3 km’lik
dar ama düzgün asfalt yoldan tepeyi dönerek çıktım. Bir iki araba, çay kahve
içilecek bir yer ve gişe dışında boş bir düzlükten mavi-menekşe Akdeniz ve
feneriyle çıplak bir burun tabak gibi uzanmış, güneşin alnında ışıl ışıldı.
Sağlık sorunu olan yaşlılara mağaraya girmemelerini
tavsiye eden panoyu hiç işkillenmeden geçip bilet aldım. Uçurumun dibine kadar
altı katlı bina yüksekliğinde, kafesle çevrili demir merdivenlerden (sarı
boyaları ve gölgeleriyle her bir kanatta manzaraya yeni bir grafik hareket
katıyorlardı) tıngır mıngır inmeye başladım.
Ben girerken çıkan kalabalık aileden başka tek tük insanla karşılaştım.
Gözlerim loşluğa alışırken havayı kokladım. Nemli ve
ılıktı. Kırmızısı biraz fazla kaçmış düşük aydınlatma sarkıt-dikitleri
karanlıktan alıp gönülsüzce sahneye çıkarıyordu. Devasa orglar, canavar
dişleri.. Oyuklara biriken gölgelere göz kendiliğinden anlamlar yüklerken
bilinçdışının canlanan dehşet ve gizem dağarcığı.
Uzunluğunu (550 m imiş) okumamıştım. Yürüyüş yolundan bir
galeriden diğerine geçtikçe daha da mı gidiyoruz?! dedim. Karşılaştığım soluk
soluğa kalmış çifte sordum. O-hoo dediler gülerek.
Rutubet yükselmiş, artık ince, tozsu bir perde halinde
dalgalanmaktaydı. Sıcaklık değişmese de su kesilmiş, devam ettim.
Paslı basamaklara vuran adımlarımın boyutlu, tok mağara
sessizliğindeki yankıları. Yankı demişken.. sağıma soluma bakıp kısa, keskin
bir çığlık attım. Çınlamadan geri geldi. Sırf bu iş için, kimsenin girmediği bir
vakit mağarayı bir bumerang gibi oynayacağım sesimle gezmek isterdim.
Birkaç kat da mağara içinde inmiş olmalıyım. Yürüyüş yolu
galerilerin içinden, üstünden dolanarak en geniş açıklığa vardı.
Sarkıt-dikitlerin basit bir süreçle sonsuzca çeşitlenen işleri, vuran iki renk
ışık ve ıslak gözlüklerimin etkisiyle bir kat daha değişerek sürerken nihayet “Aynalıgöl”
üzerindeydim. Kıpırtısız, dupduru, mağara duvarlarını belli belirsiz yansıtan
bir karanlık su.
Tüm bir seyrin sonu, tepe noktasına en derinde varan bir
kreşendo gibi. Çok güzel.
Şimdi bir beton kırıcının cehennemi gürültüsünde
yazıyorum da mağaranın kendine has kucaklayıcı sessizliğinin hayali daha bir
yoğunlaşıyor.
İnsan dünyasından çok uzak, çok başka, çok.. doygun.
* * *
Yolunun üzerinde, dedi Nili teyze, git gör, değer.
Alanya dönüşü, Gazipaşa’ya gelmeden kahverengi
tabelasından saptım: Sapadere Kanyonu. Mesafe yazmıyordu: 22 km, virajlı ama
rahat bir yol.
Alanya, yığılma, kalabalık geride kalmış, dağların asfalt
ve araba dışında zaman ötesi kucağında olmak ne ferahlatıcı.
Ormanların kıpkızıl, hasta bir bölümünü de geçtikten kısa
süre sonra kanyonun ağzına vardım. Sandalye masa sayısından birkaç otobüs
ağırladığı anlaşılan lokanta çardakları boştu. Oysa vakit öğleyi bulmuştu ama
gezi tanrılarım sayesinde Sapadere’yi de ancak kimsesiz halinde gezip çıkarken
Rusça ve Arapça gürültülü kafilelerle karşılaştım.
Kanyonu iyi bir düzenlemeyle ziyarete açmışlar. Ahşap bir
yürüyüş yolu 750 m içeri uzanıyor.
Her bir metresinin tadına vardım. İki yanda dimdik yükselen
yalçın duvarlar, bir iki metre aşağıda kayaların üzerinden çağıldayarak akan
suyun sesi, serinliği (3-6 m derinleştiği ceplere kendine güvenenin suya
girebileceği merdivenler yapılmış), durulduğu yerlerde ışık oyunları,
yansımalar.. Sadece kısa bir arada boza pişirebilecek güneşin henüz tepede
olmayışıyla ne de havadardı.
Yalnız çamlar kanyon duvarlarına, kanyon da benim fani
bedenime ölçek oluyor, zaman ve mekan içinde yerli yerime oturtuyordu.
Mağara ve kanyon. İnsana haddini hatırlatan bu iki oluşum
onun için de huşu uyandırıyor.
Doğanın insan dışındaki haline dokunmak şifalı, tazeleyici.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder