Vancouver’a. Irmağın karşı tarafındaki adaşına değil de
Kanada’dakine. İnternetin başına oturduk, açtık bir de gezi rehberini, görmek
istediklerimize eklenecek neler var, tarayıp ekleyip gerisini doğaçlamak üzere
genel bir program çıkardık. Asıl amaç yolda olmak; yolu ilginç yerlerden
geçirmeye baktık.
Biraz dışarıda kalan Katedral Köprüsünden (ilk kez
geçiyordum, kemerleri gotik bir katedrali andıran bu köprüyü en hoşuma
gidenlere ekledim) Portland’dan ayrıldık. Daha önce güneyine indiğimiz 101 no’lu
manzaralı çevreyolunu bu kez kuzeye doğru tuttuk.
Eski bir sayfiye kasabası (Ayvalık) havalı liman kenti
Astoria’da yemek molası verip şöyle bir yürüdük. Geçen yüzyıl başlarından kalma
kültür mirası (eh, herkes bizim gibi mirasyedi değil) yapılara göz attık. Deli
deli esen rüzgarda fok görür müyüz diye limana indik, yoktular.
Köprüler başlı başına bir başlık. Benzerini hiç
görmediğim buradaki (6,6 km imiş), yüksekte duran çelik kafesli başı ve sonu dışında suyun
hemen üzerinde epey bir mesafe kat ederek Columbia ırmağını
aşıyor.
Öbür uçta Washington eyaletindeyiz. 101 buradan Olympic
Yarımadasına daldı. Suyun solumuzdan sağımıza geçmesi harita mahrumu
beyinlerimiz için şaşırtıcı olduysa da durumu çözmekte gecikmedik.
Güneş inişe geçmiş, eğik ışınlarını köknarların
aralarından yarımadanın yer yer sazlık kıyılarına vuruyor, seyrek ahşap evleri,
iskelelerini yatıştırıcı bir ışığa bulayıp yeşili, maviyi durulaştırıyor, zaten
çok güzel olan bölgeye iç eriten bir ruh katıyordu.
Burası bir Kızılderili yerleşimi. (Böyle deyince
Amerikalılar irkiliyor. Bugünkü münasip adları Amerikan Yerlisi. Daha yansız,
eşitlikçi bir isim vermek iyi bir başlangıç. Ama ayrımcılık genel tavrın
altında sürüp giderken armuda armut demek bana daha dürüst geliyor.)
Kumarhaneler Las Vegas dışında yalnızca buralarda yasal. Birinin önünden
geçerken bunun nasıl bir karar olduğunu yeniden düşündüm. Geriye kalanı daha da
ufalayıcı.
Bir kutlamaları olmalı, sık sık da havai fişek tezgahları
vardı. Böyle ormanlık bir bölgede tam anlamıyla ateşle oynamak. Yaşam ateşi
sönmüşlere dışarıdan fer.
Virajdan viraja ışık-gölge değişimlerinden geçip
akşamüzeri Port Angeles’a vardık. Yolu buradan feribotla kısaltma, çeşitleme
fikri kadar adı da cezbetmişti. Melekler Limanı. Vasat ama servisi standart
zincir otel Super 8’e giriş yapıp saat 10’a kadar kararmak bilmeyen havanın
tadını dışarıda çıkardık. Tepelerin mürdüm morunda gözüm kaldı.
*
Ertesi sabahın körü bu kez şafak ışığıyla morun başka
tonuydular. Limana inip feribotu beklerken cadde boyu yürüdüm. Kaldırımlara
serpiştirilen paslı kadın heykellerini (güzeldiler) izlediğimde Port Angeles
Senfoni Orkestrası yazılı ahşap bir binaya rastladım. Bir hoş oldum.
Feribot limandan yeni çıkmıştı ki kat kat siluetleşen
kıyılar gözler önüne serildi. Lacivert sulara ondan ayrı bir görsel gerçeklik.
Bir buçukluk saatlik yolculuğun ortalarında siluet kıyılar, nöbeti Britanya
Kolumbiyasındakilere devretti. Sekmeyen bir süreklilik. Bunu bütün hayvanlar,
hepimiz yapıyor, alanlarımızı işaretleyip sınırlıyoruz ama yeryüzü açısından ne
anlamsız iş! (Bu yolculuk boyunca kendimi Amerika’da, şurada burada değil,
sadece dünyada hissettiğimin farkına sonlara doğru vardım.)
Victoria’da inip gümrükten geçer geçmez şehri akşama
bıraktık, adanın içlerine doğru yola koyulduk. Ada derken, Pasifik’in Yeni
Zelanda’nın doğusundaki en büyüğü. Bir ucundaki Victoria’dan ortalarında bile
olmayan (ve dev dalgaların seyri vaadiyle görmeyi istediğim) Tofino’ya gidiş 5
saat sürüyormuş. Çok fazla. Tofino’dan vazgeçtik ama onu da içine alan Pacific Rim
ulusal parkında okyanus boyunca gidebildiğimiz kadar gidelim dedik. Ormanlık,
güzel bir yoldu ama Oregon bizi şımartmış. Oradaki gibi, yeşilin suya set
çekmediği, bir yandan kıyının seyredildiği bir yol bekleyip bulamadık. Yol daha
da içlere girdikçe dile getirmediğimiz hayal kırıklığı (olmasa da çatlağı)
belirginleşti. Hava da kapıyordu. French Beach tabelası gördüğümüz bir yerde
kıyıya saptık. Kumsal varsa deniz de vardır. Ormanı geçip sahile indiğimizde
buz gibi bir rüzgar suratlarımıza patladı. Geniş bir koyda kurşun rengi deniz.
Kıyı boyu devrilip sürüklenmiş ağaç gövdeleriyle kaplı çakıllı plaj. Soğuğa hiç
aldırmadan oyunlarına devam eden çocuklarla yürüyüşe çıkmış birkaç kişi dışında
da kimse.
Bizden bu kadar Pasifik Kıyısı deyip çark ettik. Victoria
onsuz olmaz dedikleri, kentin dışındaki Butchart Bahçelerini atlayıp (tüm gezi
botanikken dahasına 30 Dolar vermek fazla geldi) aynı yol üzerindeki Kelebek
Bahçesine gittik. İyiydi. İçerinin nemli sıcağına girdiğimiz an irice bir
tanesi gelip Dileğin omzuna kondu. Aralarda buhar püskürtülen tropikal bitkiler
sisleniyor, türlü çeşitli kelebek oradan oraya uçuyor, havuzda turuncusu iyi
bakımdan kızıllaşmış iki flamingo, kırmızı ayaklı su kaplumbağaları önünde
afişlik pozlar veriyor, Amazon papağanlarından biri ziyaretçilerle al takke ver
külah yarenlik ederken diğeri yüksek dallardan aşağı fırça atıyordu.
Victoria’ya dönüp biraz dışarıdaki, yine bildik bir otel
zincirinden Red Lion’a arabayı bıraktık. Yabancılığımızı, yol gösterilme
ihtiyacımızı bıkkın bir ilgisizlikle karşılayan şoförün homurdandığı usulüyle
ücretini ödeyip otobüsle şehir merkezine indik.
Çin Mahallesini bulduk. Boştu. Portland, Victoria ve
Vancouver’da bu mahalleler tipik kırmızı takları, bir iki lokanta ve dükkanla
temsil ediliyor, arkası pek yok.
Victoria’nın İstiklal Caddesi Government Street’e geçip
aşağı, limana yürüdük. Sömürge döneminden yapıların yoğun olduğu, şık
dükkanlar, kafeler, lokantalarla gösterişli. Tarihi, güzel bir şehir Victoria.
Ama buranın da dokusu modern, yavan, yüksek bloklarla sulanıp dönüşmekte
görünüyor. Görkemli Empress Otelin önünden limana inerken Turizm Ofisine
girdim. Kafa karıştırıcı adalar turunu nasıl yapabileceğimiz konusunda biraz
bilgi istiyordum ama geldiğimiz otobüsün şoförü tavırlı memurlar selamı bile
esirgedi. Yeterince bekleyip çıktım. Bu ülkede müşteri memnuniyeti kavramı
olmadığı gözlemi belki de doğruydu.
Liman deniz uçakları, teneke oyuncak tekne biçimli ufak
sarı deniz taksileri, adalar arası gidip gelen tekneler, kaldırım sanatçıları,
piyasa edenlerle sempatik, renkli. Diğer yanında, ihtişamda Empress Otelle
yarışan hükümet binası. Önünde Kraliçe Victoria’nın kara heykeli. (Nedense
birden, gece geldiğinde rollerinden ve zırh gibi giysileri, sıkı korsesinden
soyunup gut, safra kesesi, daha kim bilir ne ağrılardan mustarip fani bedeni,
çatışmalarını belki kendinden bile sakladığı ruhu ile pazen geceliğine döner
canlandı gözümde.) Yanında da topraklarının iç edilmesine imparatoriçelik
yaptığı yerlilerin ahşap totemleri. Kızılderili’ye Amerikan Yerlisi demenin
başka bir biçimi. Bronza karşı tahta. Siyaha karşı renk. Sirke ve zeytinyağ.
Yürüyüşün başında hoşumuza giden Bard & Banker’a
döndük. Tarihi bir köşe binada loş, hareketli, eskiliği insana hikayeler
yazdıran zengin atmosferli bir bar-restoran. (Nitekim, içtiğimiz şarabı bir
şahsiyet olarak tasavvur edip ona ayrıntılandıkça ayrıntılanan bir karakter
biçmekte gecikmedik.) Tevekkeli değil, bir maceraperest ve sonradan ozan ile
bankacı olmuş Robert Service adında bir İskoçya göçmeninden esinlenmiş. Artık
iyiden iyiye insanlaşmış şarabımızın sonunu onun şerefine kaldırdık.
*
Victoria iyiydi ama yeterdi. Rezervasyonun ikinci
gecesini iptal edip Nanaimo’ya doğru otelden ve şehirden ayrıldık.
Yol boyu karşılaştığımız, Türkçe benzeri ya da olduğu
gibi karşılığı olan bir yığın yer vb isminden (Ediz, Seda, Elma, Kıro –bu yerel
bir tv kanalıydı, logosu da neredeyse tıpkı Kanal 7’ninki) Malahat adlı dağa
vurduk. Tepelerde bir seyir terasından alçala yüksele denize yayılmış kara
parçalarının dalga dalga mavi (birinin başı karlı) siluetlerini seyrettik. Uzun
bir tabelada neyin neresi olduğu işaretlenmişti. Kısmen ABD toprağı bir
silsile.
Sayısız totemiyle ünlü Duncan şehrini totemlere camdan bakıp
inmeden geçtik. Nedense ilgimi çekemediler. Sıkıntılı bir kayıtsızlıktan
ötesini duymadım. Ayrı fasıl.
Yolun devamında Cowichan Bay, kartpostal havada iyice
coşan canlı renkleri, tipik balıkçı kasabası yapıları, tekneler ve koyun
resimsiliğiyle fotograf iştahına bol malzeme sunuyordu.
Sonra kıyıda başka bir kasaba. Chemainus. (Yarık Göğüs. Adı bir şamandan gelmiş.) Rehberde
onlarca duvar resmiyle görülmeye değer yerler arasında geçiyordu.
49. Paralel Bakkaliyesinin önünde park edip ticari
limanla başladık. Nakledilecek keresteler geniş bir şerit halinde yüzdükleri
suda sıralarını beklerken ilk duvar resimlerini gördük. Bir ailenin hikayesi.
Ama asıl yoğunlaşmaları yerleşimin meydanındaymış. Yerin duvarlar boyu tarihi,
insanlar, öne çıkmış figürler, olaylar, faaliyet. Beyaz tenteler, köşede kendi
halinde bir gitaristle ufak da bir pazar kurulmuştu. Her şey ufak. Ve sevimli.
Gördüğüm en küçük istasyon binası. Gişedeki hanımın güneşli bir gülücükle
karşılayıp milliyetimi öğrenince Türkçe tarihçe uzattığı müzecik. (1. Demek
buna gerek duyuracak kadar Türk buraya da geliyor. 2. Gayet dostane bir
davranış. 3. Metin Google’a çevriltilmişti. Editörlüğünü Dilek yapıp içinden
çıkılır hale getirdi.)
Duvar resimleri iyi fikirmiş. Gezi rehberlerine girecek
bir turizm atraksiyonu. Sonuç da vermiş görünüyor.
Gözümüz şenlenmiş, McMillan Provincial Park’ın yolunu
tuttuk. Sıra, oturaklılığıyla huşu uyandıran doğanındı yeniden. Köknarlı
yamaçlar boyu kıvrılarak giderken yüksek, ulu ağaçlarla kaplı dik bir tepenin
dosdoğru göle inişiyle burun buruna gelip afalladık. Şaşırtıcı devingenlikte
bir görüntü. Gölün (Cameron imiş adı) kıyısına indik. Suyu buralılar için
girilebilir sıcaklıktaydı. Giriliyormuş da zaten. Ve laplacivert.
McMillan Parkın özel bir bölümü olan Cathedral Grove’a
artık hazırdık. Burası en yaşlısı 800 yıllık ağaçların göğü tuttuğu bir koru.
350 yıl önce çıkan büyük yangından kalanlar dört küsur asırdır ayakta. Birkaç
insanın kucaklayabileceği gövdeleri, Pizza Kulesinden uzun boylarıyla günışığı
azalarak yeri buluyor. Koyu yeşil kuytuluklarında, eğreltiotundan hallice
görünen cüssesiyle insana kalan, haddini hatırlamak.
Yangın ve yakın bir geçmişte de bir kasırga çoğunu
götürmüş ama daha önce ışık alamayan diğer bitkilerle yeni filizlere yer açmış.
Tazelenip çeşitlenen koruya yeşilin türlü tonunu katmış. Çürüme toprağı
zenginleştirmiş. Döngünün parçası mikroskopik mahlukları beslemiş. Devrilen
gövdeler üzerinde filizler boy vermiş. Ölüm-doğum iç içe, göz önünde. İnsan
zihninin araya girip özünü bulandırmadığı bir hakiki Katedral!
Ertesi gün feribotla Vancouver’a geçeceğimiz Nanaimo.
Doyurucu bir günün hoşnutluğuyla daha bir alımlı görünüyor. Otele (bu kez bir
Howard Johnson) yürüme mesafesinde park içindeki yat ve deniz uçağı limanını
gördük sadece gerçi. Victoria’daki, eski dokuya karışmış yüksek bloklar burada
da boy göstermekte ama ufukta başka kıyıların gölgeleriyle alacakaranlıkta
renkten renge giren (bu arada o yüzsüz blokların, ahşap binalı deniz feneri
vb’nin duru suda nefis yansımalarını sunan) koyu ile pek hoş. Sonradan
öğrendim, Diana Krall’un da memleketiymiş.
Gök artık sadece kızıl; o, parkın eski biçim lambalarının
sarı ışıklar patlattığı tuvalde ağaçların kara gölgelerine karışmadan, birer
gece 11 kahvesi ile günü bitiriyoruz.
*
Feribottan inip Lions Gate köprüsünden geçmemizle devasa
bir alana yayılan Stanley Park’a dalmamız bir oldu. Sabahın körü yola
koyulmuşuz, kendimize doğada gelelim bir hele, kenti öyle dolaşırız dedik. İyi de
etmişiz.
Stanley Park kilometrelerce kordonuyla içlere uzanan
gerçek bir orman. Yüzlerce yıllık ağaçlar. Alt alta, iç içe topraktan pay
kapmaya bakan bin bir bitki türünün sık örtüsü. Aralarını dolanan patikalar.
Cep cep çimenlik açıklıklar. Koyun (ya da kanalın, bilemiyorum; ta Seattle’a
dek bütün bölge, coğrafyada benden daha iyi olanların bile kafasını
karıştıracak kadar girift. Neresi deniz, neresi göl, boğaz, ırmak, ada,
yarımada, anlaşılmıyor) karşısı, çorakça tepelerin dibinde, kıyıda hizalanan
yüksek yapılarıyla Vancouver.
Arabayı millerce uzayıp şehrin dışına çıkan Hastings
Caddesindeki otelimize bırakıp halka karıştık, ters yöndeki şehir merkezine
otobüsle döndük.
Kalabalık otobüs Vancouver demografisinin temsiliydi.
Başka şeylerin de.. Ayaktaki yolculardan birine gözüm takıldı. Dökük dişleriyle
anlaşılmaz bir şeyler geveleyip ağız dolusu gülen melez bir adam. Demeye
kalmadı, önündekinin inerken düşürdüğü kırmızı cüzdanı kaşla göz arası elindeki
pakete atıveren başka birini gördüm. İnen binenlerin karamboluna karıştığı gibi
onun da inişini ağzım açık seyrederken Dilek hayretler içinde “Gördün mü?”
dedi. Tam o sıra o da kaldırımda dikilen birinin alenen şırıngayı koluna
vurduğunu görmüş.
Uzun Hastings Caddesinin downtown bölümünde ineceğimiz
durağa çulunu kaldırıma sermiş berduşların önünden geçerek geldik. Yan yana
kirli yaygılar, üzerine kıvrılmış, bir şeyler mi sattıkları, önlerindekinin
bütün mal mülkleri mi olduğu, dilendikleri mi, yoksa sadece orada öylece var mı
kaldıkları anlaşılmayan, saç sakal, kir pas insanların ürkünç geçidi.
Vancouver denince gözümde canlanan akça pakça, düzenli,
neredeyse steril şehir imgesi tuzla buz oldu.
İnip yürümeye başladık. Tren istasyonu, liman, Çin
Mahallesi, rehberlerin görüle! dediği Gastown. O kalabalıkta adım başı kendi
kendine konuşan, bağırıp çağıran, tekerlekli sandalyede, döküntü yürüteçlerde,
banklarda oturup dikilen, benzerleriyle gruplaşmış insanlar suratımıza sıklaşan
tokatlar gibi çarpıyordu. İnsanlıktan geri kalanlar. İnsan döküntüleri.
Deforme, acayip, dökük dişleri, üzerlerindeki paçavralar, başka gerçekliklerden
dökülen tavırlarıyla insanlığın dibine vurmuş gibiydiler. Vebanın, frenginin
kasıp kavurduğu bir Ortaçağ kasabası gibi! dedik. Karanlık, umutsuz, öfkeli ya
da taş kesmiş. Akça pakça sandığım Vancouver’ın cehennemin dibine açılmış ağzı.
O kadar çoktular ki artık eli yüzü düzgünler, tuzu kuru
görünenler dikkat çekiyordu.
Bu kadar yeter deyip atladığımız otobüsle geri dönerken
devamını gördük. Biri elindeki elektrikli süpürge hortumuyla otobüse saldırdı.
Kim bilir hangi yel değirmeni niyetine. Hortumu bir gerçeklikten başka birinin
kalbine saplar gibi.
Bütün bunun üzerine söyleyeceğim, Vancouver’ı sevmedim
olamadı yine de. Sevmenin-sevmemenin ötesine geçen bir şiddet, yoğunluk
algıladım. Acının, kopuşun iliğine uzanan dipsiz, keskin bir anlatı.