Schwarzenegger hem kendisi olarak hem de kafamda aldırmadığım bir klişeydi. Netflix’teki, 75 yaşından gerilere uzanarak kendini anlattığı 3 bölümlük belgeselin başına da öylesine oturdum.
İlk bölüm çocukluğu, gençliği ve vücut güzelliği.
İkinci bölüm film yıldızlığı.
Üçüncü bölüm Kaliforniya valiliği.
Saatten saate ilgim çeşitli açılardan uyandı. Sonuna
geldiğimde al sana Amerikan Rüyası dedim.
Ama bu, rüyaya, insanın sınır tanımadan düş kurma dürtü
ve zorlanımına, oralardan da neden-sonuç ilişkilerini ne kadar basmakalıp ve
etrafsız kurageldiğimize bakışıma hoş bir yeni örnek vaka oldu.
*
Üç ayrı yaşam yolunu Arnold bir taneye sıkıştırmış.
Hepsinde itici gücü en iyi olmak, en tepeye ulaşmak. Doymak bilmeyen “en”
açlığı bir alanda yapılabileceği yapıp zirvelerine birkaç kere tırmandıktan
sonra onu yenisine itmiş.
Başarı açlığı ve tatmin tanımamasının altında, artık
benzeri durumlarda ilk bakışta seçebildiğim şeye işaret ediyor: Huzursuz veya
yarı namevcut anababanın onayına bağımlı ve aç olan çocuğa. Çocuk ilerde
girdiği yetişkin kalıbında bir durup kendisine kulak verilmedikçe dibi delik
kovasıyla yılmadan usanmadan uzaklardan su taşıyarak değirmenini döndürmeye
çalışıyor. Göz boyayabiliyor hatta kamaştırıyor ama hep “Derdin ne senin yavrum”
denmemiş o çocuk. Kovasının dibi delik kalıyor.
Schwarzenegger’in kovasını savaştan yenik dönmüş Nazi
askeri babasının, yaşadığı ağır TSSB ile deldiği, şiddet gören annenin de bunu
yamayacak halde olmadığı anlaşılıyor.
Arnold için doğduğu yer olan güzelim Thal yöresini
cehenneme çeviren ve Amerika’da ütopikleştirdiği bir kaçış cenneti bulmasına
yol açan böyle bir çocukluk.
Amerika dünya aleme pazarladığı Rüya’sı ile kovası
delikler için doğal bir mıknatıs; Arnold ile tencere ve kapak olmuşlar.
Kendini ilk iki hayat bölümünde seyirlik olarak
pazarlayıp kendisi seyredilip onaylanmaya ne kadar açsa seyretmeye o kadar
doyamayan kalabalıklardan bunun semeresini bolca alıyor.
Valilik faslı da öyle başlıyor ama ilginç bir şeye
evriliyor. Amerika’nın alışılmışın dışına esneme yeteneğini sonuna kadar
kullanarak zerrece anlamadığı yönetim “işine” de önceki girişimleri gibi,
cesaretle ve hedeflerinde sergilediği gözü karalıkla bodoslama dalıyor.
Valiliğin kitabını bilmiyorsam kendiminkini yazarım der gibisine cesareti,
atılganlığı insanların, kitlelerin yüreğine dokunma kabiliyetiyle harmanlayıp
her yiğidin harcı olmayacak işbirlikleriyle (Demokratlar!, azınlıklar, kadınlar
ile) belki kendini bile şaşırtacak kadar başarılı oluyor.
*
Arnold’ü ilk bakışta siyah ya da beyaz denecek koşulların
son derece akışkan bir şekilde birbirinin içine aktığı bir seyir olarak
izledim. “Olumsuz” ile “olumlu”nun durmadan birbirini doğurduğu bir seyir.
Rüya müthiş bir dizi başarı hikayesi olarak görülmüştü.
Bu bize Amerika’nın dedikleri kadar bereketli bir başarı zemini olduğunu mu
gösteriyordu?
Yoksa bizim bireyler halinde gördüğümüzün ucu bucağı
olmayan bir iç-dış koşulların ürünü olduğunu mu?
Amerika’nın düşleyebildiğini gerçekleştirme olanağı
sunduğunu mu, yoksa rüya görenlerin akıntılara çektikleri küreklerle yarattığı
bir diyar olduğunu mu?
Amerikan rüyasında Rüya neydi, gören hangisiydi?
Amerika, rüyasını görenleri kamçılayarak mı Amerika
oluyordu?
Bu rüya büyük ikramiyesi tek, büyücek ikramiyeleri sayılı
bir piyangoydu da sermayesini bütün dünyadaki milyarlardan mı devşiriyordu?
Kulağımdaki Avusturya Almancasıyla “Sen yok musun Arnold,
yapmışın yapacağını” deyip tv’yi kapadım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder