Amcamın yolumu gözlemiş çeviri soruları bu kez Rohinton Mistry’dendi. Hal hatır faslı biter bitmez defterinin arasından cümleleri not aldığı kağıdı çıkardı.
“Bunlarda otherwise’ı nasıl çevirirsin? Ben
çeşitli şeyler denedim ama içime sinmedi.”
Okuyup bir kenara koydum.
“Tamam. Siparişi bilincin altına verdim. Hazır olunca
dürter” dedim. Konuyu değiştirdik. Bir süre sonra dürtü geldi.
Cümlelerin kelimeler halinde değil de izleyecekleri yol ile olgunlaştığını
hissedince sözünü kesip kağıda uzandım. Yazıp uzattım. Bir okudu. “Yok, olmamış”
dedi.
Peki deyip geçtim.
Sonra bir daha, bir daha. Ve “Bu kadar olur, bravo!”
dedi. Sonra, “Peki blessing’e ne dersin?”
“Yerine göre. Lütuf. İyilik. Hayır.”
İnteraktif’in aşağı yukarı analitik yerine
kullanılamayacağı da laf arasında ortaya çıkınca ziyaretime şimdiden değmiş
kadar sevindi, memnun oldu.
Amcamı sevindirmek ne kolay.
*
Enerji bedeninden çekilirken aklı ve hafızasında ne kadar
yerinde!
Kavun yerken anlattı.
“Bostanda bekçilik sıram geldiğinde baban öyle
yapayalnız, bomboş sıkılmayayım diye bana kitaplar getirirdi. Bir gelişinde
karpuz kadar irileşmiş bir kavunu onun için ayırmamı, İstanbul’a götüreceğini
söyledi. Fakülteye, sınava dönüyordu. Upuzun tren yolculuğunu kavun kazasız
belasız atlatmış. İndiğinde düşürünce ikiye ayrılıp gitmiş. İşte o sefer bana Paul
ve Virginie’yi getirmişti. Okudum, çok etkilendim. Güvercinlerimden
ikisinin adını Paul ve Virginie koymuştum.”
(Kimin nesiymiş diye baktım. Yazarı Jacques-Henri
Bernardin de Saint-Pierre imiş. Konusunun
çok ilgi çekmesini anladım. İndirdim, hukuk öğrencisi ile bostan bekçisinin
izinde ben de okuyacağım.)
Babamı, yetişme
koşullarını amcamdan dinlemek, aynı (?) filmi farklı bir yönetmenden izlemek
gibi. Hiç değinilmemiş -ama temel önemde- şeyler anlatıya ekleniyor, aşina
olduklarıma ise başka bir ışık düşüyor.
Dayak sözgelimi.
Babam bir abisinden çok sopa yemiş. “Karşılık vermez miydi?”
“Hiçbir zaman!
Sözünü esirgemez, karşısındaki kızıp üzerine yürüdüğünde hamallar dövüşür! diyerek elini kaldırmazdı.”
Ama, diye ekledi.
“Hepimizden ayrıydı. Kendini dışımızda tutar, duruşunu da kabul ettirirdi. Ona
saygı duyar, çekinirdik. O kadar sert, katı olan deden bile çekinirdi!”
Dünya Savaşı
yıllarında köyde yaşamın, iyinin kötüden öyle kolayca ayrışıp sınıflandırılamayacağı
almaşık koşullar dokuduğu çıkıyordu amcamın anlattıklarından.
Erkekler arasında
bol kavga dövüş. Ya kızlara, kadınlara?
“Asla! Öfkeye,
dayağa yatkın olanlar bile kızlarına, karılarına tek bir fiske atmamıştır!”
Kadının hiç
ezilmediği, aşağı görülmediği bir aile ama bin bir özveriyle okutulanlar (köyde
bağ bahçe başında tutulan ya da okumayla ilgisi olmayan dışında) sadece
erkekler olmuş.
Babamdan,
amcamdan dinlediğim köy hikayeleri bana olgunlaştıkça değerlendirmeyi hazır
hükümlerden değil, koşullardan yola çıkarak yapma gereğini anlatıyor.
İnsan o vakit
iyide kötüyü, kötüde iyiyi iç içe algılayacak kadar kucaklayıcı olabiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder