Bir gerçek köy ile doğanın ortasında bir ev ardından şehirli köyüme döndüm.
Nereden nereye geçtiğin
önemli. Buranın üzerine İstanbul ne ise oralardan sonra burası da neredeyse
öyle gelebilirdi. Ama hoş bir beklenmediklik oldu, insan çokluğundan önce ufak bir inek
sürüsüyle karşılaştım. Halk plajının ucuna yığılmış, suyu kokluyorlardı.
Başları fazla boş kalmadı. Gelen geçen, Bağdat Caddesini koyun sürüleri basmış
gibi hayret ve kınamayla söyleniyor, cep telefonlarına davranıyordu. (Ben de
davrandım ama torunum olsa yakın bir gelecekte bir zamanlar burada inekler bile
görünürdü diye başlayıp anlatacağım bir dönüşüm vesikası bulundurmak için.)
“Bunlar da nereden gelmiş
buraya?!”
“Kimin bu hayvanlar?
Çobanları nerede?!!”
Fosfor yeşili yelekli
belediye işçileri hayvanların başına geçti de millet yatıştı. Allah vermesin,
yoksa nerede olduğumuza uyanmak vardı.
*
Sizi biraz bekleteceğim,
döküm alıyorum da, dedi kasiyer.
Gözüm hemen yan kasaya
gitti. “Oraya geçeyim.”
Arkadaş kahvaltıya
gidecek, dedi, hemen bakacağım size.
İçimdeki, boşanmaya hazır
zembereğin başını boş bırakmaya gelmiyor. Diz altı refleksi gibi, ortaya
çıkıveriyor.
Başımı iki yana salladım.
“Şehir alışkanlığı işte.
Acelem neyse?!”
Kasiyerle birlikte güldük.
Yolda, ne oralısın ne
buralı dedim.
Ne köylü ne şehirli
olanlarla birlikte şehri köye taşıyıp ne orası ne burası edenlerle yığıla
çoğala, reflekslerimizi çok bileyip az gevşete yuvarlanıp gideceğiz anlaşılan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder