Kıyılarından gelip
geçerken aklım hep onlara gidiyordu. Didim, Milet, Priene. Antik çağın üç
güzeli.
Bu sefer, hadisene sapıver
Priene’ye dedim. Menderes Ovasını bir fermuar düzlüğünde ikiye yaran yeni
yoldan ayrılıp ırmakla birlikte kıvrılıp bükülen eskisini tuttum. Birkaç
kilometre sonra girişindeydim.
İyonya’nın bu parlak
yerleşimleri konumlarıyla da farklılaşır. Didim Apollon Tapınağından sorulur.
Miletos ovada yayılır. Priene bir vakitlerin denizi olan, sonra Meander
Nehriyle dolup verimli bir tarım alanına dönüşen düzlüğe tepeden bakar.
Milet’ten daha küçük olsa da onun gözüdür sanki. Bakar. Görür. Tıpkı kentin
tanrıçası Athena gibi.
Buralar, bir zamanlar
aralarında mekik dokuduğum sit alanları, antik kentler, üstünden otuz yıl mı
geçivermiş, eskiden yaşadığım yerlere dönmek gibi. Aşinalık, kuru yufka ekmeğini
bir fiske suyla yumuşatıp yenir hale getirmek misali, gözüm ile ayağımın bir
değişiyle canlanıyor, yüreğim hop ediyor. O vakitlere dönüyorum. Turist
kafileleri, yazın sıcağı, soluk aldıran rengarenk baharlar.
Yamacı tırmanan dik,
zeminle beraber dalgalanarak düzenini kaybetmiş basamaklarsa üst üste anılardan
önce bedenimin şimdiki yaşına dokundu. Hayret, bunlara keçi gibi tırmanmışım
demek; sezonun biriken yorgunluğunu tabii hatırlıyorum ama hiçbir yer kendi
yoruculuğuyla nakşolmamış.
İşte yeniden, “Şurada
ilkokula giderdim, burası ilk aşık olduğum yer, beride yeni çıkmış ekmeğinin
kokusu burnumda fırın” der gibi karıştım taşlara, izlere, aralarını günün bitki
örtüsü, renkleri, havasıyla dolduran doğaya.
Doğruca tanrıça katına,
Athena Tapınağına çıktım. Sırtını yalçın Mykale Dağına dayamış, kadınlığın
dişilik, anaçlık yanlarına mesafeli, keskin bir görüş, zaaflara pek metelik
vermeyen akıl ile ayağı yere sağlam bastıran Zeus kızına selam ettim. Kim
demişti; geçmiş-şimdi, pek çok inanç açısından her birimiz tanrı tanımazız.
Tapınmasam da Olimpos'luların gönlümde yeri ayrı. Bana çeşit çeşit hallerimde
beni anlatır, içinden çıkılmaz yanlarıma ışık tutarlar. Hermes’i, Artemis’i,
Apollon’u, irili ufaklı kahramanlarıyla hasbıhalimiz iyidir. Athena da aklım
benzesin isteyeceklerimden.
Tapınağın ayağa
kaldırılmamış sütun tamburları çam iğnesi kaplı çimenlenmiş toprakta yayılıyor,
karmakarışık bir araya gelmiş yivleriyle çalkantılı deniz hissi
uyandırıyorlardı. “Bak Athena, bir vakitler gözünü ayırmadığın sular şimdi de
böyle eteklerinde!”
Taş ve toprak. Yerin eti ile
kemiği.
Sahnelenmiş sahnelenmemiş,
insanı içine alan her şey adına ortaya bir reveransla tiyatrodan ayrıldım.
Mısır tanrıları
tapınağından da Ovaya baktım. Tarlaların, meyve bahçelerinin, sazlıkların ince
bir pus ardında silikleşen sarılı yeşilli bozlu yamalarına. Mykale Dağıyla
birlikte Priene’ye nasıl bir fon, nasıl bir kucak. Bu bakışa sevgim hiç
değişmemiş.
İçim Priene ile dolu, inip
yola devam ettim.
*
Fotolara rüzgarı, sesini,
tazelediği havayı da katın.
https://photos.app.goo.gl/kFmSs6x33YEH5PS56
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder