Annem pırpır yürekliydi. Kuruntulu. Biraz
güçlenen bir esintiyi “Eyvah!” veya “Ya.. (üretken hayal gücünün bir anda yarım
düzinesini döktüğü olasılıklar) olursa” diye karşılardı.
Kaygısı dırdırcı, gürültülü, gösterişli değildi.
İçin için yanardı. İbresi tir tir bir sismograf (kendi yakıştırması) gibiydi
daha çok. Karıncanın hep hareket halindeki antenleri.
İyiye, güzele sonuna kadar açık gönlü, arka
kapıdan dalıp hayatı her an alt üst edebilecek türlü tehdide de bir o kadar
açıktı.
Yaşam güzel bir şeydi, ufacık şeylerle
tatlanır, sundukları insanı aşka getirirdi. Ama ne kadar da tehlikeliydi.
Saflığı her an bozulabilir, kirlenip kararabilirdi.
Sadece yakınları için değil, herkes için
sevinir, herkes için de korkar, endişelenirdi.
Babam korkuya, kaygıya pabuç bırakmazdı. Toprak
kökenliydi, bedeni pekti. Ölümle iç içe olunan köy kültüründen geliyordu.
Trajedinin hep güldürüye döndüğü bir anlatıdan.
Annemin vesvesesinden (kendisinden de) uzak
yaşadı.
Onun toplumsal olarak kaygı duyduğuna bir tek
12 Eylül’de tanık oldum. Cumhuriyet aydınıydı. Kaybedilenler
için yazıklanırdı. Ama yaşananlar hiçbir zaman kişisel bir korku konusu olmadı.
Toplumsal olaylara bakış açısı geniş ve dışardandı.
Kendisi için kaygılanmadığı gibi başkaları için
de endişelenmedi.
İnsan hayatı karşılamayı annesinden öğreniyor,
algısını gözden geçirmeyi de babasıyla belki.
Son yıllarını babamla geçirmenin paha biçilmez
bir armağanının da bu olduğunu yaşadıkça idrak ediyorum.
Nabzımı anneminki gibi hızlandıran şeyler biraz
durup babamı çağırmamla duruluyor. Soluğum ve bakışım genişliyor, ferahlıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder