Rüyamda
rüya görüyorum. Rüya gördüğümün de farkındayım. Boğaz gibi bir yeri güneyinden
kuzeyine (çerçevenin sağından soluna) kayarcasına kat ediyorum (otobüste olmalı
ama araç algı alanımda değil). Görüntüler bir anda olağanüstü bir parlaklık
kazanıyor, renk kalitesi göz alıcı. Denizin üzerinde minicik insanların
rengarenk giysiler içinde tırmandığı çıplak, yer yer karlı yalçın tepeler
beliriyor. Kayboluyor. Köprünün (Boğaz köprüsü olmalı) altından geçiyoruz -sualtından
görünen bir denizaltı gövdesini andırıyor, siyaha yakın gri, meşum bir buğululuk
verilmiş. İnsan nasıl kulak kesilir, ben de göz kesiliyorum. Hız, kayarca gidiş
hiç kesintiye uğramıyor ne de görüntüler! Kar ve buz, beliren yamaçlarda,
tepelerde, sivri kayalıklarda giderek daha çok yer kaplıyor. Hepsi üzerinde
insanlar hep minicik. Büyüklük ne kadar yakınsa insanlar o kadar ufalıyor,
uzaklaşıyor.
Derken
doğrultu değişiyor. Yanlarından geçmek yerine üzerlerine doğru gitmeye
başlıyorum. İlk (galiba) tepeye yaklaşırken bir süredir işittiğim elektronik
müzik tekno rap gibi bir şeye dönüşüyor. Fransızca. Genç bir erkek sesi tu
es sans fautes sauf que (?) sombre diye söylüyor. Ses kalitesi de
görüntülerinkine denk. Rap’te Fransızca bir incelik var, nüanslı.
Uyanınca
bunları yazmalıyım diyorum ve rüya içinde uyanıyorum. Otobüsü o vakit görüyorum.
İçindeyim. Her yanı karlanmış eski bir buzdolabı gibi kar-buz kaplı. Sadece görüntüler
içinden geçerken benim oturduğum yer (sağ tarafta ikinci ya da üçüncü sıra)
toprak kalmış. Oraya şimdi karşısından bakıyorum. Koltuklar yok. Tatlı sarı,
sıcak bir toprak burası. Afrika toprağı sanki, kıyısında yan yatmış alçak
kenarlı, geniş ağızlı bir çömlek duruyor.
Bilgisayarım,
bilgisayarım nerede? Rüyayı unutmadan yazmalıyım diye arkaya kadar gidiyorum
ama her yan kar-buz altında.
Bilgisayarım
yok. Her kim iseler götürmüşler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder