Güneş iyice eğilip yeryüzüne dizleri arasından
bakmaya başladığında denize batıdan giriyorum. Gazze şeridinden (adına beton
bir inişin ucunda daracık kıyısı ve taşlı, kaya parçalı zor girişinden ötürü
böyle diyordum). Basamaklar dolusu tokyo, peşkir ve tiz çocuk çığlıkları
arasından.
Beton çöllerine bile ruh katan o vakitlerin
demli ışığı doğanın göbeğinde kalabalığı, gürültüyü sıradan, yavan şikayetin
ötesine geçiriyor. Bakışım onunla tatlanıyor.
Gün sonunun ışığı harlı-kısık, uzun ateşlerde
pişmenin, demini almanın, anaç bir şefkatle babaca bir anlayışın ışığı sanki.
Sarıp sarmalıyor. Duyularımdan gönlüme iniyor. Beni benden soyup suya salıyor.
Buradan en uzağa açılan yün takkeli, ak sakallı
dedeyi de geride bırakıp güney-batıya doğru gidiyorum. Korsan koyu açıklarına.
Kulaçlarım da bacaklarım da bahardan beri biraz daha güçlü. Bildiğim ama işe
koşmadığım bir güç. Yavaş yüzüyorum. Göbeğimdeki metronom ne kadar derse o
kadar. (İçine kulak verdiğinde tempon dışından, tependen dayattığından ne kadar
da farklı. Doğru.)
Sadece suyun, varsa esintinin sesleriyle
kuşatıldığım yerde sırtüstü denize uzanıyorum. Ellerim başımın arkasında, beşik
ve beşiktekiyim.
Düşüncelerden başlayarak çözülüyorum. Yaralar,
yargılar, patlıcan suyu gibi acımış hisler. Ama iyilikler, güzellikler, olgun
bir meyve gibi doygun hisler de. Bir öznesi-insanı olan ne varsa kumaşı suya
batırılan bir mürekkep lekesi gibi dağılıyor gidiyor. Suyun hareketi dolaysızca
bedenimde dalgalanırken açılan boşluk sırf var olmakla doluyor.
Geride bıraktığımla gagası kırmızıya boyalı
ufak sarı lastik bir ördeğim o vakit.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder