Kafka’nın Amerika’sından hemen sonra Homo
Faber’i okudum. Bunca zaman neredeymişim diyerek ilk kez okuduğum İsviçreli
yazar Max Frisch’ten.
Amerika bir kez de onun romanında karşıma
çıktı. Kafka’nınkinden çok farklı. Bir dünya görüşü iflası karşısındaki isyana
yansıyan bir Amerika bu kez.
Ama Amerika burada kahramanın,
yapan/eden/eyleyen adamın (homo faber) harcında yer alırken hayatın
okkası altında hızla yamyassı olan bir arka plana dönüşüyor.
Walter Faber bir mühendis. Filtresi verimlilik,
mantık, anlaşılırlık. Temiz. Net. Fazlalıksız. Objektif. Mesafeli. Duygularmış,
tutkularmış, tutarsızlık, sezgi, içgüdü, imgelemmiş, sanatmış, elinin tersiyle
kenara ittiği şeyler. (Uçağının zorunlu iniş yaptığı çölü bile bir mühendisten
ibaret yaşayabiliyor.)
Ama derken..
Max Frisch meğer ne müthiş bir yazarmış! Walter
Faber’in ağzından mekanik ve mistik, özdeşleşilen ve kategorik olarak
reddedilen iki algılama biçimi olarak aynı anda ete kemiğe büründürülüyor -ki
nefesli bir sazdan aynı anda iki ses çıkarabilmek kadar esaslı bir hüner
olduğunu düşündüm.
Tempo, kurgu mükemmel. Almanca Frisch’in elinde/Faber’in
dilinde Kafka’nınkinden ne kadar farklı! Son derece kıvrak, ekonomik, ritmik.
Tıkır tıkır işleyen bir alet.
Hayat teknik bir olay olmaktan çıktığında, safi
kafa adamımız yönünü kaybettiğinde, Yunan trajedileriyle aşık atan olay
örgüsünde bile bu olgusal dil hakim ton olarak kalıyor. Homo faber’in optimum
hale getirilmiş enstrümanı görünürde. Gerçekteyse işinin ehli bir yazarın
olmayanı (dışlananı, baskılananı) olanda verebilme ustalığı olarak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder