29 Aralık 2019 Pazar

MÜZİKLE YAŞAYAN KADINLAR


Bir haftadır elimden düşmüyordu.



Cazdan pop’a, türküden rap'e, doğaçlamaya, dünyanın en iyi okullarında okumuşundan nota bilmeden müziğe kıl çadırında, doğada ermişine, yakıtı da yolu da müzik olan coğrafyamızdan kadınlar.



Onlarla yatıp onlarla kalktım. Müziklerine kulak kesildim, anlattıklarıyla heyecanlandım. Parasını şöyle böyle, hayatlarının itici gücünü ise olduğu gibi müzikten kazanan insanlar.

Tarzların kalıplarına kapanıp kalmayan, sınırları bulandırarak kendi bileşimlerini yaratan, seslerinin, içleri ve dışlarına aynalığın, akacakları yatağın peşinde kadınlar. Derdi yöresel, kültürel bir devamlılık olanlar bile bu yolla sanki her şeyden önce kendi dilini arıyor.

Ve ne güçlü kadınlar! Kadın ve (şarkıcının ötesinde) müzisyen olmanın önüne geleneğinden küreseline, ailevisinden parasalına, dizilen engeller üzerinden, etrafından atlayıp dolanarak yolum bu! demiş, hiç geri durmamışlar.

Bunca farklı kişiliğin üç ortak noktası varsa seslerini arayıp bulmanın yanında yollarına bu bağlılık ve iradeleri sanki. Kiminde çelik, kiminde su gibi görünen, alabildiğine dışa dönük kadar alabildiğine içe dönüğünü de yolda tutan o güç.

Gün olmuş, ağır mı ağır ekipmanlarını tek başlarına sırtlayıp konserlerine çıkmışlar. Gün olmuş plak şirketlerinin, müzik mekanlarının, menajerlerin kazığını yemişler. Yaka silkip besteciliğin, aranjörlüğün, icracılığın yanı sıra kendi kendilerinin yapımcısı, organizatörü olmuş, şirketlerini kurup albümlerini basmışlar.

Kadınlıkları artısı ve olanca eksisiyle bir olgu, onunla da barışık görünüyorlar ama şu nitelik, bu sıfat, yafta ve beklentilerden önce yaptıkları müzikle müzisyen görüyorlar kendilerini.

Kimine dile getirdikleri, kimine müziğiyle kendimi çok yakın hissettim.

Deniz Koloğlu’nun ucu açık sorularına (Sumru Ağıryürüyen’in özlemini çektiğini anlattığı bir içtenlikle) kulak kesilerek dinlediği yanıtlar aldığı söyleşiler tele çıplak elle dokunmak gibi olmuş; elektriği, canlandırıcılığı dosdoğru bana geçti.

Nefesim açıldı, titreşimim yükseldi.

*
Kitaptan:

“İnsanların çalarken veya kayıtta, aslında birbirlerine gönül gözüyle bakmadıklarını, birbirlerini can kulağıyla dinlemediklerini görüp de bundan acı çektiğim bir zamanda Pauline Oliveros’la karşılaştım. Deep Listening Institute’u (Derin Dinleme Enstitüsü) kuran müzisyen. (…) Oliveros’un söylediği önemli bir şey var, bu özgür doğaçlamanın da ruhunda olan bir şey: ‘Dinlemek. Doğayı ve çevredeki sesleri, her şeyi müzik gibi dinlemek.’ Dinlediğin şeyler arasında hiyerarşi kurma ihtiyacını yok etmek bir taraftan da siyasi bir tavır. Sadece dinlemek. İki tür dinlemeden bahsediyor Oliveros. Genel dinleme ve odaklanmış dinleme. Ama bunların içinde o çevredeki tüm sesleri dinlemek kadar içindeki sesleri de dinlemek var; düşüncelerinin de, anılarının da değerini teslim ederek dinlemek; bir eseri dinliyormuş gibi dinlemek. Saygıyla, şefkatle, anlama isteğiyle dinlemek önemli.” Sumru Ağıryürüyen

*
“Doğaçlama yaptığında o anda orada içinden gelen sesleri, tınıları, melodileri dışarı aktarıyorsun. Üzerinde çalışmak ve o an bir şeyler üretmek zorundayım. E nota yoksa nereye gidip nerede duracağım yazmıyorsa o zaman elimdeki tek şey içgüdülerim, bilinçaltım, tenimin ardındaki oluyor. Bedenimin bütün parçaları, iç ve dış dünyam, tenimin üstündekiler ve altındakiler, işte benim notalarım onlar. Mesela bazen vücut, el dokularını kullanırım. Çünkü orada her parçan bir enstrüman haline geliyor. (…) Ses çıkarmak her şeyden önce bir ifade etme biçimi. Bu güzel bir melodinin haricinde bir konuşma, bağırma, ağlama ya da tuhaf, tanımlanamaz bir ses de olabilir. Ses bir araçtır ama sadece güzel şeyler söylemek için değil. O kadar renkli ki! Aslında nasıl çirkin insan yoksa, çirkin tını da yoktur.” Saadet Türköz

*
“Müzik, benim için organize olmak zorunda olan bir şey değil. Her şeyi müzik olarak algılıyorum çünkü sesler ve tınılarla direkt ilişki içindeyim. Küçüklüğümde de öyleydi. Her şeyi dinlerdim, kuş sesi, köpek sesi… Taklit etmeye, kafamda ritmik yapılarını bulmaya çalışırdım. Etrafta duyduğum her sesi anlamlandırmaya çalışmak benim için müziği ifade eden bir şeydi. Ama sonra onları bir araya getirip bir oyun olarak kendi kendime düzenleyebileceğimi algıladığımda bir çeşit doğaçlamaya da başlamış oldum. Dolayısıyla müzik benim için tınısal bir şey. Hâlâ müziği dinlerken birlikteliklerden çok tınılara odaklı bir dinleme şeklim var.” Selen Gülün

*
Müzikle Yaşayan Kadınlar, Söyleşiler - Hazırlayan Deniz Koloğlu
Kara Plak, İstanbul, 2019

25 Aralık 2019 Çarşamba

ŞEHRİN PEŞİNDE


İstanbul.

Bu defa sevimsiz, yararsız, ölgün bir tekrara dönüşen şehir izleniminin dışına çıkma niyetiyle geldim. Altından girip üstünden seyretmek. Sağına soluna çekilmek. Evirmek ve çevirmek.

En tatsız, monokrom yüzey bile yaklaşıp içine girdikçe kabuk izlenimin ötesini sunar. Yeşil bir benek yakalarsın, pırıltıya dönüşen bir ayrıntı. Çokgen bir mineral parçası.

Hiç olmazsa sabitlenme yanılsaması dağılır, değişim hissi geri gelebilir.

Su yüzeyden çekiliyorsa sen de daha derine dal, oralarda ara, bul.

İstanbul, zorbaca dayatılan grileşmeyi ona tepkinin de aynı donukluğa gelmesine izin vererek içselleştirdiğin iki taraflı bir kilide dönüşmekte.

Kapanıp kalma. Çık, dolaş. Rastlantılara, karşılaşmalara kapını ardına kadar aç.

Yoksa şehrin kendisinden önce taşlaştırdığın yargısında boğuluyorsun.

*
Öğleden sonra Çağlayan’la buluştuk. Ay sonu kapanan Lale Plak’a vedaya gittik. Bu kendi ufak, sunduğu uçsuz bucaksız mekan İstanbul’da kendimi yerimde hissettiğim noktalardan oldu hep. Alice’in tavşan deliğinden geçer gibi, göz önünde veya keşfedilmeyi bekleyen dünyanın müziğiyle bütün bir aleme açılış. İstersem rehberim de gözü saatinde tavşan yerine zamanını sana cömertçe ve olanca incelikle sunan Hakan Atala. Müzikle yoğrulmuş, aydınlık, sıcak bir insan.

İstanbul’a şöyle bir uğradığım son yıllarda da Lale Plak hiç atlamadığım bir uğrak oldu.

Artık olmayacak. Neredeyse boşalmış dükkandan elimde Oğuz Büyükberber CD’leri (bu hisse bas klarnet iyi gider), yıllardır yaşadığım bir evden apar topar taşınırmışım duygusuyla ayrıldım.

Şükranla, Hakan!

(Şevket Akıncı’nın çok sevdiğim yazısını ekleyeceğim.)

*
İstanbul Modern iki sergisiyle sahneyi değiştirdi.

Lütfi Özkök portrelerini galiba ilk kez bu kadar çok ve sergi kalitesinde baskısıyla görüyorum. (Gerçi o kadar güçlüler ki saman kağıda soluk baskı bile etkilerini değil, sadece sunumu azaltır.) Yazarından düşünürüne, şairinden yönetmenine, siyasetçisine, yerlisinden yabancısına 20. yüzyıla izini bırakmış insanın (yüzde 99’u erkek) yüzleri.

Zamanın üzerine çıkan o bakışları, duruşları nasıl yakalamış? Nasıl bir bağ kurarak baktığı yüzleri insanın enstantane uçuculuğunun ötesine geçirmiş? En derin, odaklanmış, yekpare hallerindeki yoğunluğa ulaşmış?

Birer poz bunlar. Sözcüğün katılaşma içermeyen ilk anlamıyla. Tersine, alabildiğine yaşayan “duruş.” Canlı ve sağlam. Kadınların bu çerçeveye pek giremeyeceğini mi hissetmiş? Bir iki kadından biri Nadine Gordimer idi. Neydi onun yüzündeki belli belirsiz ama lekeleyici gölge? Erkeklerden billur gibi belirginlikler yakalayan sanatçıyı iş kadınlara gelince tutuklaştıran?

*
Canan Tolon’da kendimi onun çoğaltılmış dağılışları arasında atomlarıma ayrılmaya bıraktım. Güzeldi.



*
Salı akşamları stüdyosu-evinde söyleşiler düzenleyen mimar Asiye’den de Çağlayan sayesinde haberim oldu. Noel akşamı. Şişhane’den İstiklal kalabalığına karıştık. Avlusundaki dev çamı yüksek kontrplak duvarların ardında korumaya alınmış San Antuan’ın önünden geçerken girip çıkan kalabalığa bakıp ayinini yapmak isteyen müminleri için üzüldüm. (Dahası varmış meğer, görüş alanımızın dışını da salepçiler, türlü satıcılar kuşatmış.) Ara sokaklardan Cihangir’e kıvrıldık. Yüksek tavanlı eski binadan içeri girdik. Sıcak bir mekan, sıcak bir karşılama. Salonu bir uçtan diğerine kat eden uzun masanın başında toplanacak 19’undan 68’ine 30-35 insan.. Ve bir ozan. Eski müziğin eğitimini tam da yerinde, Basel’de almış Ozan Karagöz. Mavi gözleri ışıl ışıl. Güler yüzlü, içten, ilginç ve eğlenceli, gencecik. Müziğin yoğurduğu bir insan daha. Barok (imiş) arpi, alto flütü, uzun saçları ile çağımıza ziyarete gelmiş bir trubadur.

Aldı bizi, karanlık bilinen Ortaçağın aydınlığına götürdü. Müziğin aritmetik ile birlikte baş tacı edildiği yere. Platoncu idealler ile sıradan (müzik adamı ile çalgıcı) arasındaki gerilime. Kitabileşmeden ama kozmoloji ile insan müziği arasında serbestçe gidip gelerek ilgiyi körükledi, dikkati besledi. Müziğiyle de suladı.



Bir iki saat sonra masadan kalktığımızda insanlara baktım.

Hafiflemiş, hoşnut, açık. Mutlu. Sanki benzer bir özlemle bir araya gelmiş.

Su yüzeyden çekiliyorsa sen de daha derine git. İsa’yı, kara zamanların ortasında SEV! diyeni biz de kendimizce anmış olduk.

Teşekkürler Asiye, teşekkürler Ozan!

*
Şevket Akıncı’dan Lale Plak, müzik ve dinlemek üzerine

Lale Plak kapanıyor. Müziği cd'den dinleyen son salak olarak buna en çok üzülenlerdenim. Hatta en çok öfkelenenlerdenim, çünkü yapılacak hiç bir şey yok...Günümüz hayatında, değişim hızı o kadar büyük ki doğruyu yanlıştan ayırmaya fırsat bulamadan karar vermeye çalışıyoruz. Bu hızı kontrol eden "sistem" -ekonomik ve politik düzen de diyebiliriz bu sisteme, neyi nerede yaşayacağımıza da karar veriyor sanki. Özellikle kültür alanında yayılan ve yaydığımız kültürün tabiatı değişen teknoloji ile değişti ve biz doğruyu yanlıştan ayırmaya zahmet edemeden teknoloji ile birbirlerine uyumlu bir ekonomik ve politik otoritenin köleleriyiz. Eskisine göre çok daha dar ve kısa bir zamana ve mekana hapsediyoruz kültürü. Çoğu insan artık müziği, müzik setlerinden değil de örneğin kulaklıklarla dinliyor, ya da aynı zamanda çalıştığı mekanda bir masaya kurulan bilgisayarın hoparlörlerinden dinliyor. Birkaç saniye dinleyip atladığı spotify sayfalarında, ya da bir dakikalık instagram paylaşımlarında. İş öyle bir yere vardı ki instagram stroylerinden 15 saniyelik kesitlerle yayılıyor müzik- ki genelde bunun sadece 2-3 saniyesini dinleyip bir sonraki story'e atlanıyor. Tüketim hızını büyük ölçüde kontrol altına alan görünmez bir elin tokadına en çok da müzik maruz kaldı. Müziği kaliteli bir şekilde yayma alanı olarak görülen konser mekanlarında da, sistemin bu görünmez elinin baskısını hissediyoruz. Her zaman kapatılma riski altına giren bu mekanların sanatçı seçimi bile son 10 yılda bile çok değişti. Müzik seçimi konusunda maceracı olan mekanların kapatıldığını daha sık görüyoruz, kapatmayanlar, birçok kültürel ödün veya finansal ödün vermek zorunda.
Konser mekanlarını saymazsak, kültürü imaj ve reklama dönüştüren bir teknoloji ile yaymak durumunda kalıyoruz. I -phone'lar, I-Pod'lar, Macbook, vs...kullanan insan sayısı çoğaldı ve artık neredeyse birbirinden kopuk bir biçimde iletişim kuruyor. Yaşamla ilgili her şeye örneğin yitirilmiş yetenekler, yitirilmiş vücutlar, yitirilmiş toplumsallık ya da eski tadını yitirmiş yiyecekler konusunda hemen her alanda her şeye eski işlevi yeniden kazandırılmaya çalışılıyor. Youtube: sanal bir konser salonu, i-tunes: sanal bir medyatek. Her sanal gösterinin girişine sanal gişeler koymak, böylelikle her dinletinin parasını ödetmek, dinleyiciyi daha da tembel bir hale getirmek, çaba harcamayan tüketicinin tükettiği şeye karşı yüklediği değer.
Son bir kaç yılda Steve Jobs tarafından yayılan nesnelere tek iletişim ve yayma aracı gözüyle bakıyoruz. I-phone'lar özellikle bizi dar ve yalnız olduğumuz bir alana sıkıştırmakla kalmayıp birlikte yalnız yaşadığımız bir topluma dönüştürdü. Satın alınan bir plağın etrafında toplaşan müzik meraklılarının müzik setinin etrafında müzik dinlediği günler geride kaldı. Bu imtiyaz bugün oldukça pahalı plakları satın alabilen zengin bir azınlığa ait. Özellikle bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde, bu plakları satın alamayan müzisyenlerin ürettiklerini satın alabilenlerin eleştiri kabiliyetine göre şekillenebiliyor bazı sanatsal tercihler. Benim gençliğimin geçtiği 80'li 90'lı yıllarda bir kaset alırdık mesela ve o kaset bitene kadar dinlerdik. Sevmediğimiz şarkıları bile dinlemek zorunda kalırdık. Ama sanatçıyı ancak bu şekilde gerçekten özümseyebilirdik. Bugün ise çoğu genç bir sanatçının külliyatını "indirerek" özümsediği yanılsamasına kapılabiliyor. Azıcık orasından burasından dinlenen örneğin bir Miles Davis külliyatının yüzde kaçına hakim olduğumuz dikkate alınmadan "özümseyiveriyoruz" ve elbette tecrübemizin niteliğini sorgulamadan kanaat sahibi olabiliyoruz. Özellikle öğrencilerime cd ya da plakları dinletiyorum sınıfta-real time. Konserlere götürüyorum. Kültür yaymanın ve almanın daha uzun bir zamana yayılan bir emek gerektirdiğinden habersiz bir çoğunluk, verilenle yetinip düşünme işini bir otoriteye bırakıldığı sisteme alışık olduğundan müzik dinleme işinin entelektüel ve fiziksel bir emekle ilgili olduğunu bağdaştıramıyor. Ve I Phone'lara geri dönülüyor.

Steve Jobs akla geliyor, kendisini insanlardan izole ettiren ne kadar eğilim varsa, ne kadar kompleks, patoloji varsa, I-phone -I pod Mac book vs.. gibi yarattığı nesnelerde cisimlendirmiş, ve neredeyse tüm insanlığı bu nesnelere bağımlı kılarak, bu dünyadan çekip gitmiş. Kişisel hayatında onu yalnızlığa iten başa çıkamadığı sebeplerden intikam alırcasına. Sanki kendisinden daha uzun yaşayan bu nesneleri yaratarak kendisini değil yalnızlığını ölümsüzleştirmiş.

Zamanla, Lale Plak, bir müzik dükkanından daha fazla bir şeye dönüştü benim için: çok fazla anım var orada...Ta 2005'de ikinci Lifeline albümüm New Frontier için AK Müzik'i öneren Hakan Atala'dır- ki o zaman bir senedir plak şirketi arıyordum. Bu iyiliğini unutamam.. Tüm albümlerimi bulacağınız iki üç yerden biriydi. Sadece benim değil, Türkiye'de caz, deneysel müzik, çağdaş müzik yapan kim varsa, orada bulabilirdiniz. Ses sistemi o kadar iyiydi ki her yeni albüm çıktığında oraya koşup kalite kontrol yapardım, ve içeride müşteri varsa yüzlerine bakardım çaktırmadan. Albümlerin vitrinde azalıp azalmadığına göre mutlu ya da mutsuz olurdum. Müziğime yön veren bir çok albümü Lale Plak'tan aldım, bir çok sanatçıyı Hakan'ın tavsiyesiyle keşfettim. Yeni çıkan ECM ya da ACT cd'lerden haberdar olur olmaz, soluğu Lale Plak'ta alırdım. Bi noktada artık başka hiçbir yer yoktu, bir Cihangir'deki Opus 3A..

Ama dediğim gibi Lale Plak bir müzik dükkanından fazla bir şeydi. Bir buluşma yeriydi. Lale Plak'ta randevu vermek "klas" bir şeydi. Sevgililerle, arkadaşlarla, müzisyenlerle orada buluşulur, hatta bir süre durulur cd plak karıştırılır, Hakan ya da diğer eleman arkadaşlarla sohbet edilirdi. Şehre yabancı biri geldiğinde orada randevu verirdim. Belli bir kültürel seviyenin göstergesiydi. Yıllar geçti dünya değişti Türkiye değişti...Lale Plak'la birlikte içimdeki eski Türkiye'yi de geçmişe gömdüm.

7 Aralık 2019 Cumartesi

DONNA KARAN


Bir arkadaşım, Donna Karan’a yıllar önce İstanbul’u gezdirmiş. Eminönü curcunasına, kalabalığa daldıklarında gözü kılık kıyafette olan modacı, neyin üzerine geçirildiklerine hiç aldırılmamış el örgüsü yeleklere, komşu parçayla tek ortaklığı bağırtkan cümbüşü olan pazen entarilere, çizgileri, puanları, desenleri kıpır kıpır bluzlar, gömlekler, başörtüler, şalvarından ütülüsüne biçim biçim tarza, malzemeye bakıp heyecanla “Bu nasıl bir özgürlük!” demiş. “Dipsiz bir ilham kaynağı.”

Hafızamın raflarından sık sık indirip çeşitli ışıklar altında baktığım gözde anekdotlarımdan bu.

Bazen tembellikten bazen aldırışsızlıktan, kimi zaman da seçimli bir karşı duruştan çizgi dışına çıktığımda kılıf ederek tepe tepe de kullanıyorum onu.

Çizgi dediğim bildiğimiz çizgi. Ele güne sergilediğimiz, öyle de kabul görmüş, ince ince işlenmiş, fena halde özdeşleştiğimiz, haliyle de halel gelmesinden ölümüne korktuğumuz imajımız.

Ah o imaj! Zevkli, çok zevkli, görgülü, yaratıcı.. Sıfatlar şıklaştıkça daralan ve kendini başkalarına da dayatmasıyla daraltıcı bir nevi korse.

Zevkin gereklerini zevkli insan imajını sürdürme zorlanımından ayırmak hiç kolay değil. İçten geleni kendi kendime olduğum zamanlarda bile kendime şaklattığım “O öyle olmalı-bu böyle olmaz” kamçısından.

Donna Karan’ın hayran olduğu özgürlük, işlevin güzellik arayışının önüne geçmesinden mi doğuyor? Yoksa seçkinliğin, züppeliğin dayattığı sınırların yanına bile yaklaşmamaktan mı?

Rüyalarında bile derli toplu, şık olduklarından kuşkulandıklarımı düşünüyor, Donna Karan’ı arkama alıp hınzırca gülerek gözlerine limon sıkmışım gibi irkileceklerini hayal ettiğim işler yapıyorum.

Son manifestom, daha sıcak olsun diye aldığım pazen çarşaf ile daha önceki pazar faslından yastık kılıfı.



Donna Karan!




9 Kasım 2019 Cumartesi

BAMBU RÜZGAR ÇANI


Geldiğimden beri peşindeydim. Sezon bitti, artık yok diyorlardı dükkanlarının tavanından rüzgar çanlarının metali, sedeflisi, deniz kabuklusu bin bir çeşitlemesi sarkanlar. Rastladığım bir ikisi de bambuydu bambu olmasına ama güdük seslerinden çok tepelerindeki olmadık süs püs ile ayrıntıyı sunuyorlardı.



Sonunda Bodrum’da bir yerde buldum. Üstelik ilk kez sese duyarlısıyla karşılaştığım satıcı, büyüğü ile daha ufağı arasında duraksadığımı görünce (“Güzel takırdıyor ama büyüğünki daha yüksek tabii. Kafa şişirmesin..”) küçüğüne dikkat çekti. “Bakın bunun çubukları daha aralıklı, ton farkını tane tane işitirsiniz.”

Torbayı bağrıma basıp dükkandan çıktım.



Çubukların inceliği, bambunun kalitesi, tokmağın tokluğu ile tam kulağıma göre çıkan çanı asıp pikaba Schubert koymuş gibi geçtim karşısında. Enstrüman pek güzel, gerisi onu kaprisine göre çalacak rüzgara kalmış. Artık nereden ne kadar, nasıl ve ne süre eserse. Tokmak ona göre canlanıyor, bazen iki bazen üç bazen fırdolayı altı çubuğa birden vurarak esintiyle değişen ses dizilerini peşi sıra icra ediyor.

Bambu rüzgar çanının üzerimde oturaklı bir etkisi var. Nasıl takırdarsa takırdasın rahatlatıcı. Keskin, tiz bir yanı yok, hiç de olmayacağını bilmek yatıştırıcı belki. Pesliğiyle yaygın, sivriliklere, telaşa karşı koruyucu. İşler zıvanadan çıkar olduğunda nasıl kalman gerektiğini sufle ediyor. En sert rüzgarda bile sesinin sadece sıklığı artıyor, perdesinde telaş olmuyor.

Ve yazın sesi. Bol güneşin. Dans eden ışık-gölgelerin. Sıcağın -o kadar ki onu soğukta işitmek üzerime bir kat daha çaput geçirmeye denk. Isıtıcı.



Zamanın şu şiddetli dönemeçlerinde ne kadar sakinleştirici.

Dinlemek, başımı boyumdan büyük bir pelüş ayının göğsüne yaslamak gibi.

Kulaklarımdan içeri bazen ne işe yarar bir insan ikamesi.

8 Kasım 2019 Cuma

KOLAYLIK


Gülin Peter Handke’nin romanı Uzun bir dönüş yolculuğu’nun fransızcasını verdi. Uzun zamandır fransızca okumuyordum. Açtım. İlk yarım sayfayı (iki ya da üç Handke cümlesi) iki kere okudum ve akışa girdim. Hangisiyse okuduğum dilin ayırt edici özellikleri (tempo, müzik, istiap haddi -dallanıp budaklanmaya uygunluğu açısından) yerli yerinde kala dursun, içerik ve ruhu damardan kanıma karışır gibi oluyor. Sopranodan altoya, q klavyeden f’ye geçer gibi birini kapatıp diğerini açabiliyorum.

Bu geçişkenlik beni en mutlu eden, doyurucu becerilerden biri.

Gülin dil kasımın esnekliğini çeviriye bağladı. Günde sadece beş sayfa ama düzenli. Duş yapmak, dişlerini fırçalamak gibi rutinin parçası ya da işte hafif bir yürüyüş, az bir ağırlık kaldırmak gibi.

Çeviri biley tekerim benim. Dili köreltmiyor. Hem torba hem kazma kürek, bazen bisturi, bazen fırça, dürbün veya mikroskop, trampet ya da kaval gibi kullanma idmanı yaptırıyor.

Şöyle ya da böyle, dil elimden-cebimden düşmeyen Rubik kübü. Kelimeler, cümleler, imgeler ve onların dillere çevirisi, sürekli yoldaşım.

Dilsiz, zaman dışı dilimler ne kadar elzemse dille iyi, esinleyici, eğlenceli, akışkan bir ilişki de bir o kadar.

7 Kasım 2019 Perşembe

BOLLUK


Gündoğan’ın çarşamba pazarı.



Masmavi sonbahar göğü altında beton sarmaşıkların tırmandığı kel tepelere yan dönmüş cıvıl cıvıl bir bereket boynuzu. Salkım salkım üzüm, kabuğu bakır ışıltılı soğan höyükleri, koçanlarca altın mısır, limonlu havuzlarında enginarlar, domateslerin kızılı, narların fresko yüzeyleri, çintar mantarları, siyahtan bordoya ton yelpazelerini açmış zeytinler, peynir, balık. Brokoliden maydanoza, ıspanak ve fasulyeye biçimden biçime yeşil. Havuçların alı, turuncusu….



Tezgahlar şen sokak ressamlarının paletleri.



Ve esas fırça: Işıl ışıl güz güneşi. Işık, bu şenliğin üzerine bütün orkestrayı bir anda yeri göğü inleten bir kreşendoya doğru şahlandıran şefin, dizlerinden güç alarak bedeniyle de onayladığı baton hareketi gibi iniyor.




Renkler, biçimler, sesler ve gerilimsiz yüzlerin toplu gülümsemesinde yansıyan ruh ile kamçılanan bir fanfar bu.



Pazarlar, hele ışık altında, algının dolaysızca dönüştüğü şükran duaları.

*
Böyle bir uyanış ve teşvik, yemek yapma ve yeme iştahımı körüklüyor. Onca ışık ve bolluk düş gücüme de yansıyor. Basit ve lezzetli çeşitlemeler hayal/icat ediyorum. Kımıldama alanı sınırlı tezgah başında gittikçe daha ekonomik, verimli hareketlerle kesiyor, doğruyor, harmanlıyor, biri cezvelik iki gözlü ocağa sürüyorum.

Pazar fasılları tabağımı mutlu bir kedi suratıyla ve “Elime sağlık!” diyerek kaldırışımla tamamına eriyor.

5 Kasım 2019 Salı

YORGANLAR İLE AYAKLAR


Aktur görmeyeli iyice yeşermiş. Sadece bitkiler değil, evler de serpilmiş. Kapatılan balkonların üstleri önce balkon yapılmış, sonra onlar da kapatılıp evlere katılmış. Gözler ufak bir çıkıntıya, dörtgene tamamlanıp binaya dahil edilecek boşluğa takılmaya görsün, yapılar o yanlardan genişlemeye, büyümeye devam ediyor.

Yayılmak için yayılmak bu. Evler yağ biriktiren gövdeler gibi şişiyor, biçimsizleşiyor. Mevcutla kalmak, sınırları saymak düzenimizde yok. Biçimden taşmak, şekilsizleşmek ama alan açmak var. Bu sonu gelmez ihlal ve yayılma önce nefes aldırsa da nihai olarak yayılmayı refleks haline getiren soluksuzluğun nedeni değil mi?

Neyse.

Bakımlı siteden çıkarken çıkmaz bir sokağın dibinde gözlerden uzak son yolculuklarını bekleyen hurda yığını dikkatimi çekti. Hurdalara hep canlandırdıkları ilk hallerinin hayaliyle baktım. Ne ışıltı, ne sevinçler, ne karı koca çekişmeleri, taksitler sonra, kaçan uykular, kaçan ağız tadı. Yepyeni kokularından nasıl atılacaklarını bilememeye. Üç günlük heyecandan kaç günlük angaryaya.

Koçtaş’a bunun ardından uğradım. Ev için bir iki ufak tefeğe ihtiyaç vardı. Çeşitlilikleri kadar lüzumsuz ve cazip bin bir kalem arasında az önce bir hurda tefekkürüne dalmamışım gibi dolaştım. İştahla. Göbeğim ona buna hop ederek. Tam da göbeğim işte. Edinme arzusu insanı oradan yakalıyor.

Nefsimi yaptıkça kıvraklaştığım egzersizle yatıştırdım: Heyecanla aldın. Eve getirdin. Kullandın bir iki (ya da üç beş). Benzerlerinin, varlığını çoktan kanıksadığın, şekeri gitmiş yavan sakıza benzemiş yığınına kattın. Çekmecelerden, dolaplardan, yatak altılarından taşıp kapı üstlerine yapılan yeni dolapları da doldurdu dolduracak ıvır zıvıra.

Kısacası, hayalimde, yeni! heyecanının yerini bedeline, birikmeye, yığılmaya, şekilden çıkmaya, nesne hamallığına, kredi kartı tutsaklığına bıraktığı zamana sıçradım.

Kötü bir tatlı krizinden uyanmak gibi oldu.

Tersini yap dedim kendime. Her şey, her durum için eşya almak yerine mahrumiyet bölgesinde yaşar gibi bir eşyaya çok işlev biç.



Görünürdeki mahrumiyet ile gerçek mahrumiyet (sahip olarak doymaya kalkmak) belli ki birbirinin tam tersi çünkü.

4 Kasım 2019 Pazartesi

ALTIN SAAT


Kasım ve hala denize giren var. Geleli bir ay oldu, biri şiddetli diğeri munis, iki yağmur gördüm.

Ortalık, hele geceleri çok sessiz. Arada coşan köpekler sabaha karşı yerlerini horozlarla kuşlara bırakıyor. Seslerin daimi fonu deniz ve hışırtılarıyla bitki örtüsü. Buna balıkçı motorları girip çıkıyor.

Ünlü dondurmacıyı dükkanını kapatmasına iki gün kala nefis bir nar dondurmasıyla keşfettim. Esnaftan kalanlar, indirim üstüne indirim yapsalar da fiyatları normale yaklaşamayan mallarıyla boş boş oturuyor. İskelelerin çoğu söküldü. Meydan kedilerin, yavrularının, köpeklerin.

Begonville sarmaş dolaş lantana cengelini ta en aşağıdan kestirdim. Işık, hava ve manzarayla birlikte burun dibimdeki terasın duvar kenarına yığılmış küflü eşyası da gelip çerçevemin yanına yerleşti. Ama bunu gözümün alışkanlık fırçasıyla algımın dışına süpürmek kolay. Bazen de neden ayıklamalı diyorum, o da var bu da. Eşit bir açıklık, kucaklayıcılıkla bakıyorum öyle vakitler.

Tepelere çıkmaya başladım. Düz kıyı yürüyüşü kısa sürüyor. Kaslarımın, eklemlerle kalbimin çalıştığını anlamıyorum. Biraz zorlanmanın hak edilmiş dinlenmesi gibisi yok. Tırmandıkça koya bir şurası bir burasından bakmak güzel. Doğa, refah ve derme çatmalık içinden çıkılmaz bir cümbüş oluşturuyor. Derme çatmalık standart. Zenginlikle gelen ise bazen adamakıllı zevkli, aklı başında, derli toplu. Yarımadayı dolduran, bağrını söken, ümüğüne çöken bu ikisi arasındaki. Orta sınıf kümeler.

Ot kaplı arsaların fotoğrafını çekiyorum. “Bir vakitler..” vesikaları. Taze havayla besleniyorum. Kömür yasağı varmış burada. En iyi haber.

Ahmet Altan’ın cezaevi notlarını okuyorum. Nirengisiz kalan zamanın ağırlaşıp mutlaklaşarak insanın ruhuna çöküşünü anlatıyor. İnsan saati zamanı ölçmek için değil, zamandan kaçmak için icat etmiş diyor. Yeraltındaki gözaltı kafesinden mahkum edilişiyle çıkıp hapse atıldığında ilk işi adımları ve bunları 10’arlı birimler halinde saydığı atılmış gazetelerden kağıt şeritlerle bir “gazete-saat” yaratmak oluyor. Daha sonra, avluya düşen ışığın açılarını zamanla ilişkilendirip kendi güneş saatini yapıyor. Onca bitkinliğine rağmen bunları başarana dek uyuyamıyor, uyumuyor ki iskeletini kaybedip mutlaklaşan zaman onu yutmasın. Nihayet plastik bir saatin olduğu hücresine geçtiğinde zamanın ağırlığı üzerinden kalkıyor.

Zaman ve hareket. (Ahmet Altan gözaltı kafesinde geriye kalan tek hareket imkanının konuşmak oluşunu anlatıyor.) Devinmedikçe “insanı değil ama hayatı öldüren” iki ana akış.

Babam, “Yarım saat hiçbir şey (meditasyon bile) yapmadan oturmayı bir dene” demişti. Eylem değil, eylemsizliktir hayatta en zor şey. Onunla barıştın mı artık özgürsün demektir.”

Burada dozu bana kalmış bir inzivadayım. Durağanlık karşısında tabanları yağlamazsan insanlardan beklediğin, insan ilişkilerinde bulmayı umut ettiğin dolaysız, çırılçıplak, yargılama değil anlama, kavrama ve sezgiye dayalı ilişkiyi kendinle kurabileceğini görüyorsun.

Bilinmeyenden, alışık olunmayandan, irkiltip ürkütenden kaçıp obsesif bir hareket dürtüsüne kapılma yeter. Yaşadığında kalmak tepelere tırmanmak gibi. Bildiğini sandıklarına bambaşka perspektifler açıyor.

İkindileri güneşin tepeler arkasında batmasına dek süren altın saat başlıyor. Eğik ışık, karşımdaki, koyun ağzını gözümden saklayacak kadar heybetli (yerel adını biliyorum sırf) zanzalatın sarı meyvelerini som güz altınına dönüştürüyor. Epey bir zaman kaldığı zirveden bu şenlik, ışığın usul usul çekilmesini izleyen uzun sürmüş bir orta yaş pörsümesiyle inerek son buluyor. Ağaç sıradan bir kütleye dönüşüyor. Alacakaranlıkta bu kez siluetleşerek bir kez daha cazibe kazanıyor.


Günler ile günleri resim kağıtları arasındaki pelür yapraklar misali ayırmaya işte bu altın saat misliyle yetiyor.

2 Kasım 2019 Cumartesi

NUNÇİ


Son çevirdiğim kitap Kore kültüründe hayli yer tuttuğu anlaşılan bu kavram üzerineydi. Nunçi, ortamı okuma duyarlığı, becerisi.

Empati ile ortak noktaları olan ama örtüşmedikleri de bulunan, toplumsal yanıyla da duygusal zekadan daha ileri giden bir kavram.

Yazar Euny Hong’un dediği gibi bağlam her şey. Nunçi’ye hakkını vermek, ürünü olduğu kültüre bakmayı gerektiriyor.

Hong, Kore kültürünü kolektivist olarak tanımlıyor. Alıp başını yürümüş bir bireyselliğe geçit vermeyen, bireye bütünün parçası olarak yaklaşan, ondan da önce bütünü gözetmesini bekleyen bir kültür.

Açık büfe kuyruğunda sabırsızlanan el kadar çocukların ana babalarından işittiği şaşmayan azar “Acıkan bir tek sen değilsin, bak, buradaki herkes aç. Sabırlı ol, hiç mi nunçi’n yok senin?” olurmuş.

İnsanlar kendilerini bildikleri andan başlayarak nunçi ile terbiye edilirmiş. Böylece daha okul sıralarından itibaren ortamın ne gerektirdiğini, nasıl davranacaklarını bunların tane tane, tekrar tekrar hatırlatılması gerekmeden bilir hale gelirlermiş.

Yazar bir iki yıl önce izlenme rekorları kıran bir video ile kayda geçen olayı örnek veriyor. Uzun bir tüneldeki trafik kazasının hemen ardından iki taraftaki araçlar derhal en sağlarına yanaşarak durmuş, ortada ambülansların engelsizce geçeceği bir “yaşam yolu” açmış.

Diğer örnek okuldan. Elişi dersinde öğretmen ertesi ders ne yapacaklarını söylemekle yetinir (abajur), bunun için gereken malzemeyi akıl etmeyi eğitimin parçası olarak öğrencilere bırakırmış. Öğrenciler neyin gerektiğini böyle böyle, dikkatlerini ortama vererek öğrenirmiş. (Ev ödevlerinde, ders çalışmalarında ana babanın koltuk değnekliği etmediğini söylemeye gerek kalmıyor.)

Ortam olduğu gibi, yani canlı bir organizma olarak, andan ana değişim içinde kavranıyor.

Bir mekana giriyorsunuz. Girişiniz ister sessiz sedasız ister gürültülü patırtılı olsun, hava değişiyor.

Nunçi’li kişi önce atmosferi yokluyor. Nasıl bir hava hakim? Neler olmakta? Kendini, temposunu, ruh halini, gündemini dayatmadan mevcudu kokluyor.

Bu, insanın kendi sesini (gürültüsünü) kısıp kulağını dışarı açması, konuşmadan dinlemeyi bilmesi demek.

Araya olanı olduğu gibi kavrama imkanı sağlayan bir mesafe koymasıyla nunçi empatiden ayrılıyor. Empatide kendini karşıdakinde kaybetme ihtimali var. Nunçi’de yok. Kavrayış ön planda, onaylama ise seçiminize kalmış.

Bire bir ilişkilerde de değerli bir yol gösterici. (Bu alanda sezginin öbür adı zaten.) Olması istedikleriniz ve karşınızdakinin kasıtlı ya da kasıtsız yanıltıcı tavırlarıyla gözünüz boyanmadan geri çekilip gözlemlemek, değişen verileri toplayıp hesaba katmak, hislerinize kulak vermek, muhatabınıza notu zamanla vermek demek. Bir anda güvenip yaklaşıp hüsrana uğramanın, zarar görmenin önleyicisi.

Nunçi için kendinizi yeterli, formda vs hissetmenize gerek yok. En çökkün halinizde bile başvurabileceğiniz birer çift göz ve kulağınız var. (Çeşitli kaynakların depresyona karşı önerdiklerinin başında kendi dışınıza çıkıp algınızı etrafınıza açmak gelmiyor mu?)

Nunçi sosyal fobide, sosyal ortam kaygılarında da en rahatlatıcısı diyor Hong. Bu durumlarda vurgu hep kişinin kendinedir. Telkinle, kontrolle baş etmeye çalışılır. Oysa nunçi kendinizi bırakıp dikkati ortama vermenizi istiyor. (Böylece genelde aşırı büyütülen insanın “kendi,” ortamın parçası olmaya doğru daha yerinde bir perspektife oturuyor.)

Önce anla!

Kore Çin ve Japonya gibi iki güçlü diş arasında kolay bir lokma olmadan yüzlerce yıl varlığını sürdürebildiyse, 2. Dünya Savaşı ardından bir üçüncü dünya ülkesiyken bugün teknoloji, refah ve popüler kültürde birinci dünya ülkeleri arasına yükselebildiyse, reel koşulları (gözüne mitler, masallar, ezberler perdesi inmeden) görüp değerlendirmesi sayesinde diyor kitap.

Diğer bir deyişle kıvrak nunçi’sine çok şey borçlanarak.

Nunçi değişen isimler altında toplumsal yaşamın (hayatın, ilişkilerin) olduğu her yerde söz konusu kuşkusuz. Kore kültürü anlaşılan onu almış, bilemiş, parlatmış, “mazlumun gizli silahı” haline getirmiş. Yuvarlandığı “ben de ben!” çukurundan çıkarıp bizler de işlevsel bir hassamız haline getirsek neler olabileceğinin tatlı hayallerini kurduruyor.

*
Kolektivizm ile bireyciliğin bizde aldığı biçimi bir kez daha düşündüm.

İlki sürü psikolojisi, ikincisi başı bozukluk olarak yozlaştığı haliyle ters giyilmiş bir çift kundurayı çağrıştırdıklarını.

Kolektivizmin bizde aldığı hal bireye sırtını dayayabileceği, güven duyabileceği istikrarlı, orası burasından delinmeyecek bir dayanak sunmuyor. Tam tersi oluşuyla kendisi orman kanunlarını getiriyor. Bireyciliğe düşen de ayakta/hayatta kalabilmek için ondan geri kalanı da çiğneyip sistemsizliği kural haline getirmek.

Sonuç akıl almaz bir enerji, güven, saygı israfı.

Ve şu “yaşam yolunu” bir türlü açamayıp yerinde saymak.

*
Öte yanda Güney ve Kuzey Koreler, kolektivizmin ışığı kadar dönüşebildiği diktatörlükle gölgesini de temsil etmiyor mu?

*
Kitaptan Nunçi’nin sekiz kuralıyla bitireyim:

1.     Önce zihninizi boşaltın. Muhakeme yeteneğiyle gözlemlemek için önyargılarınızı bir yana bırakın.

2.     Nunçi Gözlemci Etkisinin ayırtında olun. Bir ortama girdiğinizde ortamı değiştirirsiniz. Etkinizi anlayın.

3.     Bir ortama henüz katılmışsanız başka herkesin sizden daha uzun zamandır orada olduğunu hatırlayın. Bilgi edinmek için onları izleyin.

4.     Çenenizi kapamak için hiçbir fırsatı kaçırmayın. Yeterince beklerseniz sorularınızın çoğu siz tek kelime etmeden cevaplanacaktır.

5.     Terbiye kuralları boşuna değildir.

6.     Satır aralarını okuyun. İnsanlar her zaman düşündüklerini söylemez ve bu onların hakkıdır.

7.     İstemeden zarar veriyorsanız bu kimi zaman kasıtlı olarak zarara yol açmanız kadar kötüdür.

8.    Tetikte, atik olun.


24 Ekim 2019 Perşembe

MİDYE


Akşamüzeri Gündoğan’da buluştuk. Güzelim pastırma yazında ıssız mı ıssız. Midyeci Şehmus’ta. Salaşo-şık bir kıyı lokantası. İstiridye kabuğu biçimli mönüsü damaktan önce söylenişleriyle dilde şehvet uyandıran olmadık çeşitlemelerle dolu (en sıradanı midyeli cafe de Paris). Sahibi Mardinliymiş.

Mardin ve midye. Paylaştıkları üç harf dışında hiçbir ilintisi olmayacak iki şey.

Selmin Şehmus’a ben de Mardinliyim, dedi, Mardinlilerin nasıl midye denince ilk akla gelenler olup çıktığını sordu.

Şehmus omuzlarını silkti. Bir hikayesi yoktu. İstanbul’a ilk göçenlerden birileri hasbelkader midye satmaya başlamış, bakmışlar oluyor, arkadan gelenlere yol göstermişler.

Yoğun bağlar içindeki bir toplulukta tesadüfün yarattığı başka bir üç harfli: Mem.

İlginç!

*

Bach’lı otobüs motoru
(24.10.2019)

Güven Parkın oradaki otobüs duraklarındayım. Gece. Ortalık pek tenha. Otobüs (belki de beklediğim) durağa yanaşır, kimse olmadığı için durmadan geçerken hemen bitişiğindeki üzeri kapalı geçide giriyorum. Otobüsün çıkardığı seste bir şey dikkatimi çekiyor. Acaba mı? Kulak kabartıyorum, evet! Gaz-debriyaj-değişen vites-yeniden gaz; temposu ve motor sesinin yaklaşabildiği kadar (rahat rahat yeterince) melodisiyle Jesu Bleibet Meine Freude’yi çalıyor. Tesadüf mü? Gidecekken kalıp bekliyorum. Her gelen otobüste aynı şey oluyor.



İçim sevinçle dolup taşıyor.

Etrafıma bakınıyor, paylaşacak birilerini arıyorum. Ama kimse yok.