Kasım ve hala denize giren var. Geleli bir ay
oldu, biri şiddetli diğeri munis, iki yağmur gördüm.
Ortalık, hele geceleri çok sessiz. Arada coşan
köpekler sabaha karşı yerlerini horozlarla kuşlara bırakıyor. Seslerin daimi
fonu deniz ve hışırtılarıyla bitki örtüsü. Buna balıkçı motorları girip
çıkıyor.
Ünlü dondurmacıyı dükkanını kapatmasına iki gün
kala nefis bir nar dondurmasıyla keşfettim. Esnaftan kalanlar, indirim üstüne
indirim yapsalar da fiyatları normale yaklaşamayan mallarıyla boş boş oturuyor.
İskelelerin çoğu söküldü. Meydan kedilerin, yavrularının, köpeklerin.
Begonville sarmaş dolaş lantana cengelini ta en
aşağıdan kestirdim. Işık, hava ve manzarayla birlikte burun dibimdeki terasın
duvar kenarına yığılmış küflü eşyası da gelip çerçevemin yanına yerleşti. Ama
bunu gözümün alışkanlık fırçasıyla algımın dışına süpürmek kolay. Bazen de
neden ayıklamalı diyorum, o da var bu da. Eşit bir açıklık, kucaklayıcılıkla
bakıyorum öyle vakitler.
Tepelere çıkmaya başladım. Düz kıyı yürüyüşü
kısa sürüyor. Kaslarımın, eklemlerle kalbimin çalıştığını anlamıyorum. Biraz
zorlanmanın hak edilmiş dinlenmesi gibisi yok. Tırmandıkça koya bir şurası bir
burasından bakmak güzel. Doğa, refah ve derme çatmalık içinden çıkılmaz bir
cümbüş oluşturuyor. Derme çatmalık standart. Zenginlikle gelen ise bazen
adamakıllı zevkli, aklı başında, derli toplu. Yarımadayı dolduran, bağrını
söken, ümüğüne çöken bu ikisi arasındaki. Orta sınıf kümeler.
Ot kaplı arsaların fotoğrafını çekiyorum. “Bir
vakitler..” vesikaları. Taze havayla besleniyorum. Kömür yasağı varmış burada.
En iyi haber.
Ahmet Altan’ın cezaevi notlarını okuyorum.
Nirengisiz kalan zamanın ağırlaşıp mutlaklaşarak insanın ruhuna çöküşünü
anlatıyor. İnsan saati zamanı ölçmek için değil, zamandan kaçmak için icat etmiş
diyor. Yeraltındaki gözaltı kafesinden mahkum edilişiyle çıkıp hapse atıldığında
ilk işi adımları ve bunları 10’arlı birimler halinde saydığı atılmış
gazetelerden kağıt şeritlerle bir “gazete-saat” yaratmak oluyor. Daha sonra,
avluya düşen ışığın açılarını zamanla ilişkilendirip kendi güneş saatini yapıyor.
Onca bitkinliğine rağmen bunları başarana dek uyuyamıyor, uyumuyor ki iskeletini
kaybedip mutlaklaşan zaman onu yutmasın. Nihayet plastik bir saatin olduğu
hücresine geçtiğinde zamanın ağırlığı üzerinden kalkıyor.
Zaman ve hareket. (Ahmet Altan gözaltı kafesinde geriye kalan tek hareket imkanının konuşmak oluşunu anlatıyor.) Devinmedikçe “insanı değil ama
hayatı öldüren” iki ana akış.
Babam, “Yarım saat hiçbir şey (meditasyon bile)
yapmadan oturmayı bir dene” demişti. Eylem değil, eylemsizliktir hayatta en zor
şey. Onunla barıştın mı artık özgürsün demektir.”
Burada dozu bana kalmış bir inzivadayım. Durağanlık
karşısında tabanları yağlamazsan insanlardan beklediğin, insan ilişkilerinde
bulmayı umut ettiğin dolaysız, çırılçıplak, yargılama değil anlama, kavrama ve
sezgiye dayalı ilişkiyi kendinle kurabileceğini görüyorsun.
Bilinmeyenden, alışık olunmayandan, irkiltip
ürkütenden kaçıp obsesif bir hareket dürtüsüne kapılma yeter. Yaşadığında kalmak tepelere
tırmanmak gibi. Bildiğini sandıklarına bambaşka perspektifler açıyor.
İkindileri güneşin tepeler arkasında batmasına
dek süren altın saat başlıyor. Eğik ışık, karşımdaki, koyun ağzını gözümden
saklayacak kadar heybetli (yerel adını biliyorum sırf) zanzalatın sarı
meyvelerini som güz altınına dönüştürüyor. Epey bir zaman kaldığı zirveden bu
şenlik, ışığın usul usul çekilmesini izleyen uzun sürmüş bir orta yaş
pörsümesiyle inerek son buluyor. Ağaç sıradan bir kütleye dönüşüyor.
Alacakaranlıkta bu kez siluetleşerek bir kez daha cazibe kazanıyor.
Günler ile günleri resim kağıtları arasındaki
pelür yapraklar misali ayırmaya işte bu altın saat misliyle yetiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder