4 Kasım 2019 Pazartesi

ALTIN SAAT


Kasım ve hala denize giren var. Geleli bir ay oldu, biri şiddetli diğeri munis, iki yağmur gördüm.

Ortalık, hele geceleri çok sessiz. Arada coşan köpekler sabaha karşı yerlerini horozlarla kuşlara bırakıyor. Seslerin daimi fonu deniz ve hışırtılarıyla bitki örtüsü. Buna balıkçı motorları girip çıkıyor.

Ünlü dondurmacıyı dükkanını kapatmasına iki gün kala nefis bir nar dondurmasıyla keşfettim. Esnaftan kalanlar, indirim üstüne indirim yapsalar da fiyatları normale yaklaşamayan mallarıyla boş boş oturuyor. İskelelerin çoğu söküldü. Meydan kedilerin, yavrularının, köpeklerin.

Begonville sarmaş dolaş lantana cengelini ta en aşağıdan kestirdim. Işık, hava ve manzarayla birlikte burun dibimdeki terasın duvar kenarına yığılmış küflü eşyası da gelip çerçevemin yanına yerleşti. Ama bunu gözümün alışkanlık fırçasıyla algımın dışına süpürmek kolay. Bazen de neden ayıklamalı diyorum, o da var bu da. Eşit bir açıklık, kucaklayıcılıkla bakıyorum öyle vakitler.

Tepelere çıkmaya başladım. Düz kıyı yürüyüşü kısa sürüyor. Kaslarımın, eklemlerle kalbimin çalıştığını anlamıyorum. Biraz zorlanmanın hak edilmiş dinlenmesi gibisi yok. Tırmandıkça koya bir şurası bir burasından bakmak güzel. Doğa, refah ve derme çatmalık içinden çıkılmaz bir cümbüş oluşturuyor. Derme çatmalık standart. Zenginlikle gelen ise bazen adamakıllı zevkli, aklı başında, derli toplu. Yarımadayı dolduran, bağrını söken, ümüğüne çöken bu ikisi arasındaki. Orta sınıf kümeler.

Ot kaplı arsaların fotoğrafını çekiyorum. “Bir vakitler..” vesikaları. Taze havayla besleniyorum. Kömür yasağı varmış burada. En iyi haber.

Ahmet Altan’ın cezaevi notlarını okuyorum. Nirengisiz kalan zamanın ağırlaşıp mutlaklaşarak insanın ruhuna çöküşünü anlatıyor. İnsan saati zamanı ölçmek için değil, zamandan kaçmak için icat etmiş diyor. Yeraltındaki gözaltı kafesinden mahkum edilişiyle çıkıp hapse atıldığında ilk işi adımları ve bunları 10’arlı birimler halinde saydığı atılmış gazetelerden kağıt şeritlerle bir “gazete-saat” yaratmak oluyor. Daha sonra, avluya düşen ışığın açılarını zamanla ilişkilendirip kendi güneş saatini yapıyor. Onca bitkinliğine rağmen bunları başarana dek uyuyamıyor, uyumuyor ki iskeletini kaybedip mutlaklaşan zaman onu yutmasın. Nihayet plastik bir saatin olduğu hücresine geçtiğinde zamanın ağırlığı üzerinden kalkıyor.

Zaman ve hareket. (Ahmet Altan gözaltı kafesinde geriye kalan tek hareket imkanının konuşmak oluşunu anlatıyor.) Devinmedikçe “insanı değil ama hayatı öldüren” iki ana akış.

Babam, “Yarım saat hiçbir şey (meditasyon bile) yapmadan oturmayı bir dene” demişti. Eylem değil, eylemsizliktir hayatta en zor şey. Onunla barıştın mı artık özgürsün demektir.”

Burada dozu bana kalmış bir inzivadayım. Durağanlık karşısında tabanları yağlamazsan insanlardan beklediğin, insan ilişkilerinde bulmayı umut ettiğin dolaysız, çırılçıplak, yargılama değil anlama, kavrama ve sezgiye dayalı ilişkiyi kendinle kurabileceğini görüyorsun.

Bilinmeyenden, alışık olunmayandan, irkiltip ürkütenden kaçıp obsesif bir hareket dürtüsüne kapılma yeter. Yaşadığında kalmak tepelere tırmanmak gibi. Bildiğini sandıklarına bambaşka perspektifler açıyor.

İkindileri güneşin tepeler arkasında batmasına dek süren altın saat başlıyor. Eğik ışık, karşımdaki, koyun ağzını gözümden saklayacak kadar heybetli (yerel adını biliyorum sırf) zanzalatın sarı meyvelerini som güz altınına dönüştürüyor. Epey bir zaman kaldığı zirveden bu şenlik, ışığın usul usul çekilmesini izleyen uzun sürmüş bir orta yaş pörsümesiyle inerek son buluyor. Ağaç sıradan bir kütleye dönüşüyor. Alacakaranlıkta bu kez siluetleşerek bir kez daha cazibe kazanıyor.


Günler ile günleri resim kağıtları arasındaki pelür yapraklar misali ayırmaya işte bu altın saat misliyle yetiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder