Geldiğimden beri peşindeydim. Sezon bitti,
artık yok diyorlardı dükkanlarının tavanından rüzgar çanlarının metali,
sedeflisi, deniz kabuklusu bin bir çeşitlemesi sarkanlar. Rastladığım bir ikisi
de bambuydu bambu olmasına ama güdük seslerinden çok tepelerindeki olmadık süs
püs ile ayrıntıyı sunuyorlardı.
Sonunda Bodrum’da bir yerde buldum. Üstelik ilk
kez sese duyarlısıyla karşılaştığım satıcı, büyüğü ile daha ufağı arasında
duraksadığımı görünce (“Güzel takırdıyor ama büyüğünki daha yüksek tabii. Kafa
şişirmesin..”) küçüğüne dikkat çekti. “Bakın bunun çubukları daha aralıklı, ton
farkını tane tane işitirsiniz.”
Torbayı bağrıma basıp dükkandan çıktım.
Çubukların inceliği, bambunun kalitesi,
tokmağın tokluğu ile tam kulağıma göre çıkan çanı asıp pikaba Schubert koymuş
gibi geçtim karşısında. Enstrüman pek güzel, gerisi onu kaprisine göre çalacak
rüzgara kalmış. Artık nereden ne kadar, nasıl ve ne süre eserse. Tokmak ona
göre canlanıyor, bazen iki bazen üç bazen fırdolayı altı çubuğa birden vurarak
esintiyle değişen ses dizilerini peşi sıra icra ediyor.
Bambu rüzgar çanının üzerimde oturaklı bir
etkisi var. Nasıl takırdarsa takırdasın rahatlatıcı. Keskin, tiz bir yanı yok,
hiç de olmayacağını bilmek yatıştırıcı belki. Pesliğiyle yaygın, sivriliklere,
telaşa karşı koruyucu. İşler zıvanadan çıkar olduğunda nasıl kalman gerektiğini
sufle ediyor. En sert rüzgarda bile sesinin sadece sıklığı artıyor, perdesinde
telaş olmuyor.
Ve yazın sesi. Bol güneşin. Dans eden
ışık-gölgelerin. Sıcağın -o kadar ki onu soğukta işitmek üzerime bir kat daha
çaput geçirmeye denk. Isıtıcı.
Zamanın şu şiddetli dönemeçlerinde ne kadar
sakinleştirici.
Dinlemek, başımı boyumdan büyük bir pelüş ayının
göğsüne yaslamak gibi.
Kulaklarımdan içeri bazen ne işe yarar bir
insan ikamesi.
Kalemine sağlık Seda'cığım... Yazı huzur verdi...
YanıtlaSil