Kılıç Ali Paşa Hamamının yanından dolanıp Mumhane
Caddesine girdim. Aslında sokak olan caddeyi ikinci defa sonuna kadar yürüdüm.
Sorup soruşturduysam da, Galeri Nev mi bilmem ama o tarafta bir galeriler var
diyen beni şuraya buraya yönlendirdi. Sert, soğuk, kapalı havada pes etmenin
eşiğindeyken buluverdim. Gör! dediğini
ikiletmeyeceğim bir arkadaşımın önerdiği Elvan Alpay sergisinden girdim içeri.
Genelde yön gözetmeden dolanırım, bu kez girişin
solundaki tuvalden başlayıp saat yönünden şaşmadım.
Ortadaki banka oturmuş avaz avaz sohbet eden iki adamdan
başkası yoktu. Adamlardan birinin DUYUN BENİ! diye insanın kulağına asılıp onun
peşi sıra sürüklenirmiş gibi gelen ısrarlı sesi rahatsız da edebilirdi, ortam
şartlarından herhangi biri olarak alınıp geçile de bilir. İkinciye karar verdim
ve daha ilk eserden başlayarak tuvallerin arşın arşın derinliklerine gömüldüm.
Tuval diyorsam tablo diyemediğim için. Tablo, alanın
alışılmış iki boyutlu kullanımını ima ediyor. Oysa burada iki boyutluluğun
bağrı yarılıp malzemenin kanatlanı-kanatlanıverdiği hissi uyandıran bir geçişle
üçüncü boyut, çimen-dal-çiçek misali bitiyor –ya da sanki yeni yeni sinir-damar
ağları örülüyor.
Her durumda alıp yürüyen, seni de içine katıp götüren bir
hareket. Can bulma.
Kendimi uzun, dik, kıvrım büklüm bir kaydırağın
tepesinden salar gibi bıraktım bu durdurulamaz hareket beni nereye götürürse
götürsün.
Tuvalin zemininde kalan iki leitmotifle, bukalemun ile
arıkuşuyla o vakit göz göze geldim. Düzken kıvrım kıvrım katmanlanan
dünyalarına onların gözünden açıldım. Bundan sonra da hikaye-masal kendi
kendini anlatmaya koyuldu. Bir şey beni başka bir şeye götürdü, bu gidişin
ucunda devam eden başkalaşım, anlatıcı (ya da eş-anlatıcı) olarak bana da
sirayet etti.
Bir yandan, kusursuz bir bronz çanağa tahta tokmakla
vurulduğunda yükselerek yankılanan sesin dengiyle dikkatimi çeken şeyleri
tuvalden tuvale izliyordum.
Kırmızı! Damarında dolaşan ya da oluk oluk akıtılmış da
son damlaları kalmış kan gibi. Dökülen kan? Can? İkisi de.
Yapraklarından hayat fışkırarak tuvallerden taşan
çiçekler.
Kah çevrenin rengini alan kah çevreye rengini veren
bukalemunun son tuvalde altın beneklerle bezenişi –çevreyle etkileşimin dürülüp
bir kenara kalktığı bir aşmışlık?
Uzun gagasıyla boru çiçeklerinin dibine kadar uzanıp
balözünü toplayan, bunun için uzun bir süre havada asılı kalabilmek gibi,
insanın kendi hayatında esinlense ne iyi edeceğini düşündüren arıkuşu….
Dışarı Vay canına! diyerek
çıktım. Yan tarafta bir rafa konulmuş notlarda serginin adından o zaman
haberdar oldum: Oyun Bitti/Hadi Oynayalım.
İçimden gülerek ben de deminden beri onu yapıyordum diye
geçti.
*
Ama serginin adı sonrasıyla bir devamlılık kurdu.
Yeniden Mumhane Caddesine çıktığımda bitmiş, başlayan,
süren oyunların, değişen devirler, dönüşen oyuncuların kafamı ne yana çevirsem
karşılıklarını görür oldum.
Son gelişimde köşebaşı kahvesi Karabatak o civarın tek cool cafe’si olmaktan çıkmış, bir iki
yeni yer daha açılmışken şimdi pıtrak gibiydiler. Yan yana, dip dibe aynı genç modanın
tekrarları. Vakit öğleyi geçiyordu ve hepsi de boş. Müşteriden geçtim,
ortalıkta tek tük insan. Dekorları tamam, hazır; nerede oyuncular?
Arka tarafta, kıyıda, yüksek perdenin ötesinde devam eden
Galata Port inşaatı. Tamamlandığında esnaf sinek avlamaya iyice pahallı dört
duvarlarda mı devam edecek?
Kırmızı. Akan kan mı, devinen can mı?
Oracıkta ama uzun süre öylece kalabilen arıkuşu benzeri
havada asılı kalmış.
Neyse ne. Oynayalım hadi.
***
Elvan Alpay, Oyun
Bitti / Hadi Oynayalım,
Galeri Nev, Mumhane Caddesi, Starbucks’ın yanı
15.12.20017 – 27.1.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder