Törene katılacakların çoğu kendi arabasıyla gitmiş,
camiye kaldırdıkları midibüste az kişiydik.
Füme cama burnumu dayadım. Açık trafikte, işinin ehli bir
terzinin kumaşa daldıra çıkara işlettiği iğnesi gibi yerin bir altı bir
üstünden geçerek şehrin çehresinin asıl değişime uğradığı Eskişehir yoluna
saptık, devasa temel çukurları ben görmeyeli dolup yükselmiş binaların
diğerlerine katıldığı çelik, cam ve beton cengelinden kuzeye döndük.
Toptancıların, sanayi sitelerinin yayvan yapılarının ovasında ilerledik.
(Ateş ta dibine düşmedikçe –gerçi düştüğünde bile- dikkat
ölümün, acının üzerinde kalmaz, yakınlık derecesi arttıkça açılan aralıklarla
bambaşka yerlere kayar, sıçrar. Trafikte şu gidiş misali, kesintisiz algı
ırmağına dalar. Ama usulca onunla, gidenle kalmayı seçebilirsin. Son bir selam
olarak, kucaklaşma niyetine. Varlığına canlıların bu hoppa, bir orada bir
burada aleminde son bir yer açarak, sessizlikte onunla bir olarak.)
Çok geçmeden ileride solda şimdilik boş duran boz tepeler
göründü, sağda da ama oradakilerin üzeri yüksek bloklarla kaplıydı, etekleri
ise herhangi bir yükseltiye artık ihtiyacı kalmamışların mezarlarıyla. Yerle
birliğin sessizce uzanıp gidişi ile onlara tepeden bakan henüz hayattakilerin
alemi.
İndik. Şimdiden biriken kalabalığa karıştık. Cami
avlusunun tepesi, açılabilir brandalarla karmaşık bir iskelet etrafında
örtülmüş, kenarlar boyunca ısıtıcılar çalışmaktaydı. Hava açık ve güneşliydi
oysa, sonuna kadar da öyle kaldı. Gözüm direklerin etrafındaki ufak hoparlörlere
(meşum çağrışımlar) takıldı ve cenazelerin kalkış saatleri ile
destinasyonlarının belirtildiği ekranlara. Öğle namazıyla kaldırılacak on iki
cenaze vardı. Dört kadın, bir çocuk, yedi erkek. Bebek Çabuk (Erkek), Mutlu Tosun
(Erkek), Menevşe.. (Kadın) …
Arka tarafta banklar dolmuş, sohbetler koyuydu. Uğultu
içinden tabutların sıralandığı ön tarafa ilerledik. Hayat arkadaşıyla son kez
baş başa olsun isteyip önceden gelen yarım yüzyıllık komşumuzu bulduk.
Bastonuna dayanmış, sarsıla sarsıla ağlayarak yürüyordu,
sessiz, için için. Diğer koluna girdim. Tabutun yanına gittik. Dörtlü sıradan
ikincisi. Diğerleriyle birörnek, nihayet ölümde eşitlenmiş yüklerini
boşalttıktan sonra yenilerini alacak, paralanana dek de aynı işi yapacak
tabutlar.
Yakınları, arkadaşları da oradaydı. Birkaç kişi. Kocasını
daha önce kaybetmiş biri abartılı bir canlılıkla, “Bak hava ne güzel, mutlu ol,
kimse çamurlara batmayacak, görevimizi kolayca yerine getireceğiz!” diye
avutmaya çalışırken kalın kaşlı, hatları güçlü başka bir kadın, bu kadar
ağlamasının yettiğini bildirdi, kendini hasta mı etmek istiyordu,
toparlanmalıydı, bak, hepimiz aynı yolun yolcusu değil miydik ?! Bırakın
ağlasın demek istedim, demedim. Sırtını sıvazladım onun yerine. (“Bildiğin gibi
yap, içinden taştığı gibi.”) Acısı ta derindendi, sadece kocasıyla onun
arasında. Vitrinlik değil. “Tam da..” diye söze başladı, karşılaşacağı direnci
kıracak takati bulamayıp neye yarar ki dercesine başını iki yana salladı,
sustu.
İlk kadın yeni bir avuntu bulma umuduyla “Bak bak” dedi, “Sadece
onun tabutu camlı, görüyor musun, yanına cam bir pencere yapmışlar. Sadece onun
tabutunda.”
Epey sonra gelin, dedim, birazdan bizi buradan uzaklaştıracaklar,
arka tarafta bekleyelim. Yanlarda boş bir iki bankta oturduk. Hoparlörlerden
alçak sesle dualar, kalabalıktan da hararetli sohbet-ağıt-kahkaha
ibrişimlerinden kaba dokuma kesintisiz bir uğultu dalgalanarak yükseliyordu.
Yan kapının önündeki servis arabalarında yığılı yaygılarla
çabucak bir son cemaat yeri oluşturuldu. Ezan okundu. Ayakkabılar yaygıların
yanına sıralandı, erkekler üzerine.
Daha arkalarda ayakta duranların tespihli, sigaralı,
dizginlenmeyen iri gülüşlü öbekleri etrafında gidip gelenlerin, koşuşturan
çocukların hareketi kesintisiz sürdü.
İlk kez gelenin ne satıldığını çıkaramayacağı bir hal
gibiydi, mezat yeri. Panayır?
Gözüm avludan ayrılarak karşı kaldırımdaki büfelere
ilerledi. Yanlarında Büyükşehir Belediyesinin bedava çay sunduğu büyük salon.
Geri döndüm, çömelen, uzanan, öne çıkan kalçalar denizine
baktım. Nihayet cenaze namazı başladığında doğrulup dikilen aynı toplulukta
kendini duaya kaptırmış bir genç dikkatimi çekti. Yirmilerinin sonunda, tıraşlı
tepesi şimdiden açılmış. Âdeti yerine getirmenin ötesinde bir can katıyordu
dudaklarının sessiz ama ateşli kıpırtısına, başını sağa, sonra sola çevirişlerine.
“Hakkınızı helal eder misiniz?”
Elbette. Döne döne. Ne hakkım olmuşsa? Ama helal olsun,
helal olsun, helal olsun.
Çıktık.
Arabasını orada bırakıp bizimle gelenlerle midibüs şimdi
daha doluydu. Daracık yollardan on bir diğer ahret yolcusunun trafiğine
katıldık. Eski mezarların durmuş oturmuş, çiçekli, bakımlı sıralarını, köşe başı
hayratlarını, anıt mezarları geçip kullanıma yeni açılan bir yamacın başında
durduk. Tepeden aşağı yarım düzine bitişik düzen, dar çukur kazılmış, toprakları
kenarda atılmaya, taşları üzerlerini kapamaya hazırdı. Çiğ toprak. Çiğ bir yara
gibi. Çıplak. Çamur. Ölümüzü yeni deşilmişliğin teselli sunmazlığına bıraktık.
Teselliyi sonradan gelmeye, kapanan mezarları örtecek çayır çimen gibi.
Zamana.
Burada koşturmaca, hangi çukurun kime ait olduğunu
soruşturarak birbirine karışan ölü sahipleri kalabalığının gidiş gelişi,
işçilerin çabuk çabuk çalışması, mezara sırayla toprak atmaya bile fırsat
tanımayan seri işlem öyle mekanik, kaba ve acayipti ki artık gözlerim dolamadı.
Dönüş yolunda bir yanda aynı atölyelerin (Huzur
Mezar-Show Room, Güneş Mezar vb), avlularındaki kabir örneklerinin, yontulmuş,
yontulmamış mermerlerin, seralar ve peyzaj hizmetlerinin, büyük taş blokları
imalathanelerinin, diğer yanda hastalıklı çamlarla selvilerin arasından geçip
ana caddeye çıktık, yaşayanların hayhuyuna karıştık.
Yakamdaki fotografı örselemeden çıkarıp buruşmayacağı
bir şekilde çantama koydum, burnumu cama dayadım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder