Şehrin üzerindeki baskılanmış enerjiyi hissediyor musun,
diye sordu arkadaşım. Sesimi çıkarmadım.
Şehrin ya da başka bir şeyin “enerjisi” dediğin, ona
atfettiğin kendi izlenimin. Bunun da yerine göre durumu ağırlaştıran bir yanı
var çünkü hayata kendinle sınırladığın bir bakışın ürünü. Senin (genel geçer olduğunu varsaydığın ölçütleri arkana alarak) doğru
bulduğun, beklediğin, talep ettiğin, infialle karşıladığın şey, hayat istediğin
gibi gelişmediğinde ezici bir dirence yol açıyor.
Kendimi aradan çıkardığım, çıkarabildiğimde İstanbul’dan
da her şeyden de azami tadı, yakıtı aldığımı çoktan keşfettim. Beklentilerin
yerini olan aldığında.
Böylece ilginç bir İstanbul faslı daha yaşıyorum.
İki günlük bir uyumlanmanın ardından gidip şehrin en
civcivli yerine, kentsel dönüşümün yüz yıl sonra nasıl anılacağını bazen merak
ettiğim hummalı faaliyetiyle altüst bölgesine, Göztepe ve civarına daldım.
Göze olmasa da ciğerlere görünüşünü iri kepekli yulaf
ezmesi biçiminde tahayyül ettiğim, her türlü eski inşaat malzemesi parçacığı,
kim bilir ne cins virus, bakteriden oluşma yüküyle havayı yuta yuta karmaşaya
adımımı attım.
Bitmiş yükselen blokların yanı başında yeni kazılan derin
temel çukurları. Daracık yerlerde manevra yaparken kılcal damarlara dönüşmüş
eski sokakları tıkayan koca çimento, hafriyat kamyonlarının altında karınca
misali ezilivermeye karşı sürekli uyanık olma keyfiyeti. Ve zaten engebeli,
çamurlu arazide kayıp düşmemek için de her an uyanık olmak. Kesilen geçitler,
açılan yenileri, kapanan yolların arkasından dolanan olmadık koridorlar. Hele
benim gibi birinde nirengi bırakmayan bir tersyüz oluş ve karmaşada eşitlenme.
(Faaliyetin görünmeyen yüzünde yıkılan binalardan ortaya
saçılan böcek, fare, evsiz kalan sokak hayvanları, sürekli yükselişi
kaldıramayarak orası burasından patlamaya başlamış altyapı ve aklıma gelmeyen
daha kim bilir neler ile uzun vadeli sonuçlar var. Kısa vadede olumsuz görünen
bir on, yirmi, otuz beş yıl, derken üç yüz yıl sonra nasıl bir görünüm alacak,
nasıl anlatılıp anlaşılacak kim bilir. Bugün Otuz Yıl Savaşlarına, koca bir
kıtayı kasıp kavurmuş karahumma salgınına nasıl bakıyor, o vakitlerin perspektifi dışında kalmış olumlu-olumsuz hangi sonuçlarını yaşıyoruz?)
Maruz bırakıldığı bu engelli koşuda şehrin alışılmış
kalabalığıyla aramda yüreğimi ısıtan bir kader birliği hissederek atlayıp
sıçradım, hoplayıp tırmandım. Öfkesi, isyanı gövdesinin bin misli küçücük,
ufacık yaşam birimleri.
Bir hafta boyunca hiç değişmeden süren lodosla ışıl ışıl
bir gökyüzü, kışın ortasındaki bahar havası, şenliğe kendi kontrastını ekledi.
Burnumun arka duvarında kirliliği yakıcı bir hal alan şehir nefesine taze su,
toprak, yaprak, çimen kokuları karıştı.
Arkadaşlarımla uzun uzun dışarılarda, park, deniz kenarı,
kahvelerde oturdum. Kah seyrettim kah içine daldım, beklentileri,
itirazlarıyla kendimi geri çekerek şehre
kendi çay kaşığımı daldırdım.
Çok tat aldım, hayli de tükendim. O vakit geri çekilip
bataryaları yeniden şarj etmek için gerekeni yapma özgürlüğüm var. Böylece İstanbul’la bu dilediğimde yerime dönüp oturabildiğim, dilediğimde salondan
çıkıp gidebildiğim dans, saflığını her seferinde yeniden bulan bir keşif. Dört
koldan ilerliyor.
Benim için İstanbul’un
enerjisi de işte bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder