Uyandım. Hemen fırlamadım.
Rüyada gittiğim yerleri şöyle bir aklımdan geçirdim. Düşlerin ruhumun damağında
bıraktığı tatları, çalılarına takılıp kıvrımlarından hâlâ sarkan latif
malzemeden, varlık ile yokluk arası şeritlerini, parçalarını kolaçan ettim.
Kendim de düş ile gerçek arasındaki
ara haldeyken tamam ama kalkıp güne kollarımı sıvamamla uzaklaşıp başkasınınmış
gibi görünecekler. Şimdiyse ne kadar şiddetli olabilseler de incelikli tatlarıyla
henüz iç içeyiz, senli benli.
Rüyaların da ötesinden
içimde olup bitene kulak verdim.
Günaydın Seda. Nasılız
bugün?
Gerilim, heyecan, yayılma, daralma, sertlik-yumuşaklık hallerini yokladım. Kapalı-açık? Sevecen –abus? Şakacı,
oyuncu-nemrut? Kucaklayıcı-itici? Kurşuni bir Kasım sabahı gibi yeknesak ve
nötr?
Selamlaşmak ama laf olsun
diye değil, muhatabının gözünün içine bakarak, varlığını, başka her şeyi
dışarıda bırakıp duyarak, kulak kesilerek selamlaşmak iyi şey. Seni o an, oraya
getiriyor, kafa içi spekülasyonların sellerinden hayatın sıkı sıkı
dolaysızlığının ayak basılır, adım atılır zeminine.
Kendinle ne diye selamlaşmayacaksın
ki? Şu, bir yandan toz kondurmadığın, biri yan bakacak, lafını eğecek olsa
sırtını kamburlaştırıp tırnaklarını çıkardığın gibi açık ya da kapalı
savunma-saldırıya geçiverdiğin, bir yandan da farkına bile varmadan iç-dış ölçütlere vurup
durduğun, sürekli kıyasladığın, bir az bir çok, bir yeterli bir yetersiz görerek
iki yana savrulduğun, başka biri yapacak olsa ilişkini çok
fena duygularla oracıkta keseceğin şeyleri akıl almaz bir kıyıcılık, hoyratlık,
duyarsızlık, anlayışsızlık, kavrayışsızlık, aşağılayıcılıkla kendin ettiğin, hepsine
birden Ben deyip kasap satırıyla ortadan ikiye yararak makbul-makbul olmayan
parçalarına böldüğün varlıkla? İşine gelen yanıyla gül gibi geçinip giderken
zorlu, zorlayıcı yanlarından ikrah ettiğinle?
İnsanlarla nasıl ilişki
kurduğunu söyle, kendinle nasıl ilişkilendiğini söyleyeyim.
Sırtüstü dönüp kollarımı
geriye uzattım, belkemiğini esnetirmiş, rahat değil ama iyi bir şey diye
yaptığım bir gerinme.
Günaydın Seda.
Seyretmeyi öğrendikçe
açılan, berraklık kazanan bir ilişki bu da, seyretmeyi öğrendiğin her şey gibi.
Berraklık her zaman anlayıştan gelmiyor, onun daha safı. Tepkiselliğin,
telaşın, nevrotik bir reddin aradan çıkmasıyla ortaya çıkıyor. Durulmak.
Sakin sakin bakıyorsun.
Bir şey yapmak, tavır almak (ya da “koymak”) zorunda değilsin. Olumlu-olumsuz
bir tepki vermek. Trene bakan bir inek gibi, önünden geçen kalabalıkmış tenhaymış,
düdüğü avaz avaz ya da sessizmiş, havayı kömürüyle kirletir ya da elektrik
temizliğiyle geçermiş, hiç fark gözetmeden, yansız ama derin bir ilgiyle izlemeyi öğreniyorsun.
Seni iplerinin ucunda
dinamik bir kukla eden koşullanmalarından özgürleştirecek belki de en büyük
adımı.
Önce bir dur, bak, gör,
dinle, anla.
Günaydın Seda. Nasılız bu
sabah?
Onun adına cevabı yapıştırmıyorum.
Komşu teyzenin sorusuna çocuğu yerine atılıp karşılık veren bir anne gibi
yapmıyorum. Kafadan gelen karşılıklar çabuktur (hazırdır çünkü, dünden pişmiş,
bayat). Hakiki bir etkileşimde sorduğunun karşılığını beklemeyi bilmelisin.
Derinlerden, loşluktan yavaş yavaş yükselir. Mahcup bir his olarak, ürkek bir
dişi kedi gibi. Kulak kesileceksin. Zihin, dost ziyaretlerinde sazı kimseye
bırakmayan geveze ev sahibi koca gibi zırt pırt araya girer, yapar, doğası o.
Dikkatini çeler, sen derinden gelene ha, öyle miymiş demeye kalmadan hikayelerinden
birini anlatmaya başlar: “E tabii öylesindir, çünkü..” Seyri öğrenme sanatının
önemli bir bölümü de zihin ile ifrazatı düşünce gevezeliğini hemen bir yana
(atmak değil, yok, inatlaşmaya hiç gelmez, bütün gücüyle dikkatini istila
ediverir) almaktan geçiyor. Usulca nefesine dön, şimdi-oradaki fiziksel
gerçekliğe, kulağını dış seslere çevir. Dikkati zihinden kaydır ve iletiminde laf
kullanmayana geri gel. Hislerle anlatıyor o. Bedene de yansıyan, tıpkı rüya
malzemesi gibi ama daha tensel dokunuşlar, akımlarla. Farkına varmak için, hayata
dair uydurduğun hikayelerin gürültüsünü, çiğ ışığını geride bırakmalısın.
Ağustos böceğini Taksim meydanında işitemezsin.
Günaydın Seda. Nasılsın?
İndiğin düzlemler
inceldikçe inceliyor. Zihnin işleyişine, gerçek diye yutturduğu hikayelerin parazitine bir kez uyandıktan sonra kaba
tuzaklarına artık bir daha pek düşmüyorsun ama ötesi gibi zihnin kendisinin de
inceldikçe incelen halleri var. Kaba seviyelerde ben hiç de öyle değilim
dediğin insanlık hallerinin ince, çok ince seviyelerde bal gibi sende de
karşılığı olduğunu görmek ürkütücü. Gaddarlık, merhametsizlik, zorbalık,
kindarlık, nefret. Bunları zihninle keşfedecek olsan (edemezsin pek ya) dehşete
kapıldığın gibi tabanları yağlar, hemen ardından “Yok canım, ben aslında..”
diye başlayacak sonsuz bir ego cilalayıcılığa, üstünü kapatıcılığa girişirdin.
Zihin/ego kusuru ancak dışında görebiliyor, kendine toz kondurmuyor.
Diplerden, derinlerden
yükselen hislerin dolaysız iletiminde sadece olan var, özne/ego yok. (Yani yargılama ve hükümler de yok. Onlar
olmayınca savunma ve saldırı da. Nihayet korku da yok oluyor.) Misal, son derece gaddarlaşabiliyorum diye
tercüme edilebilecek olanı bugün hava yağmurlu dengi bir bilgi olarak alıyorsun.
Durup sadece kulak
verdiğinde. Çözmeye, düzeltmeye, örtbas etmeye davranmadığında.
Treni seyreden inek gibi
olduğunda.
Günaydın Seda! Seni
seviyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder