Komşuda pişer, bize de düşer..
Hillary Clinton’ın seçim hezimetini anlattığı kitabı What Happened çıktı. (Ne oldu olarak olduğu gibi, olan şuydu olarak da anlaşılabiliyor.
Soru kadar cevap da olarak.) Sert bir kutuplaşmayı tetikleyen şahsiyet yeniden
sahnede. İnsanlar sanal alemin derinleştirdiği pervasız bir saldırganlıkla
bu kez de kitap üzerinden birbirlerine giriyor.
Biraz daha yakından bakınca birbirine girenin düşünceler
değil, bunları alabildiğine şahsi kılarak savunmalarını neredeyse meşru müdafaa
düzeyine tırmandıran sorgusuz sualsiz inançlar, temel varsayımlar, ülke,
vatanseverlik anlatıları olduğunu görüyorum. (Alın işte, bir kez daha
aktarım/transferans konusu.)
Düşünce bile denemeyecek derme çatma kılıçların arkasında
kanlı canlı, varoluşsal (kılınan) bir çekişme var.
(Birden beliren bir imge: Daha bebekliğinden, babasının
tuttuğu takımın renklerine koşullandırılmış fanatik futbol taraftarı.)
Taraftarı, hastası, nefret edeni, karşıtı, ibretle
okuduğum onca görüş, savunma-saldırının (bunlar çoğu vakit iç içe) kayda değer bir
ortak noktası, özne ve nesnesiyle kişisel olmaları.
Taraftarları/hastaları sanki mesele onları temsilen
seçtikleri bir aday üzerinden siyaset değil de o adayın kendisiymiş gibi öne
atılıp siper oluyorlar. (Adaylarının seçtirilmesi politik bir aşamadan ziyade
halkayı çubuğa takmaktan ibaret bir panayır oyunuymuş gibi ve demokrasileri de adayları seçildikten
sonra bunun tatminiyle evlerine dönecekleri, bildik Amerikan şaşalı milyar
dolarlık bir etkinlik olarak.)
Aynı
kişinin taban tabana zıt yorumları ise görülenin bakılan değil, bakan olduğunu
ortaya koymuyor mu?
Hezimete iki taraftan getirilen açıklamalar “onlar
yüzünden-bize rağmen” ile “beter olun, zaten siz de”yi, kişisel alanı nadiren
aşıp sosyal, ekonomik, politik, küresel dinamiklere uzanıyor, olgusal bir
tartışma haline geliyor. (Sıradan Amerikalıların sözüm ona okumuş yazmışlarının bile siyaseti
çeviri gerektirmeyen düz bir dil olarak alma naiflikleri, öküz
altında buzağı arayarak hayatta kalmış bizlerin dünyasında ağzı ne kadar süt
kokulu kalıyor.) Açık, geçirgen bir tartışma zemini haline gelebildiğineyse
henüz tanık olmadım.
*
Bu uzak komşudaki bütün bu kavga gürültü, toz duman bana
bir kez daha çekişme konusunun çemberinden çıkıp kavganın kendisine bakmayı
fısıldıyor.
O vakit gördüğüm, hücrelere dek işleyerek ete kemiğe
büründürülmüş, et kemik gibi de cansiperane savunulan, sorgulanmasına –haliyle-
tahammül edilemeyen, aynı şiddet ve nitelikte zıt koşullanmalardan ibaret.
Ağır bir körleşmenin sağırlığı, sağırlığın da avaz avaz
sesiyle taraflar tanrı/akılcılık/hak/doğruluk iddialarını kuşanarak
birbirine giriyor.
*
Samsara’yı düzeltemezsin, demiş Buda.
Bu kör dövüşün daha iyi argümanlarla çıkacağı bir yer var
mı diye kendime soruyorum.
Ve bunca ağır, dogmatik uykuların ortasında, politik
uyanışlardan bile daha öncelikli olanın zihinsel uyanış olduğunu bir kez de
böyle hatırlıyorum. (Kukla oyununu bırak, perdenin arkasındaki kuklacıya bak.)
Sıkı sıkı tutuna geldiğim inançlar, varsayımlar,
koşullanmalar suya basılan çamaşırın kiri gibi pençe pençe çözülüp kumaşımdan
ayrıldıkça aynını canı gönülden cümle aleme diliyorum.
Nesnemiz, idolümüz, şeytanımız her kim ve ne ise etkisinden
özgürleşmek nasip olsun.