31 Aralık 2017 Pazar

GÜNAYDIN BABA

Mutfağın öbür yanına geçebilmek ve günaydın demek için babamın aramızdaki açık buzdolabı kapağını kapayıp doğrulmasını bekledim. Kapadı.

A a baba!

Smokin giymişti!!! Yine mi günü şaşırdım dedim bir an ama yılbaşı bile olsa kahvaltıda smokin?

Ben öyle aval aval bakarken Sıcak tutuyor da o bakımdan dedi. Gerçekten de Sümerbank'ın kapkalın İngiliz kumaşlarından. (Gerçi buna İngilizlerin kapkalın Sümerbank kumaşı demek daha uygun olurdu ama.)

İki dirhem bir çekirdek, kahvaltısını hazırlamaya koyuldu.



Naomi Klein’ın No Logo’sunu okuyorum. Amerikan solu kimlik politikalarıyla gönül eğlerken atı alanın Atlantik’in öte tarafına geçtiği saldırgan markalaşma olgusunu –çok da iyi- anlatıyor.

Sınırsız bir sömürüyle denizaşırı ülkelerde üç kuruş beş paraya üretilen malları anlamlar yakıştırıp bunlarla bütünleştiren, böylece pazarladığı gerçekte anlam-amaç-kültür olan şirketlerin milyar dolarlık algı işgalini.

Basit ama temel bir ihtiyaçtan, anlam ihtiyacından yaratılmış, sonuçları somut, kendisi gölge oyunu bir panayır. Şişe suyundan telefonuna, parfümünden hamburgerine, kahve, ayakkabı, giyim, ev eşyasına (ve hatta Klein’ın kitabın 10. yıl baskısının önsözüne eklediği gibi politikacılarına), gündelik hayatta elimizden geçen hiçbir nesnenin kendisinden ibaret olmadığı, alengirli, düşsel anlamlar yüklendiği, bunların fiyat etiketine yansımalarıyla hiyerarşiler yaratılan bir kurgusal alem.

Nesnelere birbiriyle yarışan anlamlar yüklene dursun, babam paralel Robinson hayatıyla öteden beri bunun tersini yaptı. Nesne onun için nesneden ibaretti.


Şimdiyse bir adım daha atıyor, nesneyi hammaddesine indirgiyor, kışın ısınmak bilmeyen teras katında gereksindiği sıcağı Sümerbank’ın pek tutan kumaşında buluyordu.

24 Aralık 2017 Pazar

OTOBÜSÜN KİRLİ CAMI ARDINDAN HOŞÇA KAL İSTANBUL

-Oğuz Öztuzcu’ya


Sapphire vd gökdelenin yanındaki terminale geldiğimde ortalıkta bir köşedeki yemek artıkları etrafındaki köpeklerle onlardan boşluk arayan kargalardan başka canlı yoktu. Gün usulca ağarırken alışveriş merkezlerinden birinin alınlığındaki dev elektronik tabelaların ışıklarının karşı apartman camlarında parlayıp sönüşünü seyrettim (kızılı çok etkileyiciydi). Belediyeye ayrılmış kısmındaki hava durumunu (3 dereceydi), haberleri okudum. (Gıda bakanı –bilmiyordum öyle bir bakanlık olduğunu- Eşref Fakıbaba gıda ihracatımızın dört katı arttığını bildirmiş.) Yiyeceğe üçüncü bir köpek yanaşır gibi olduysa da it dalaşına değmeyeceğine hükmedip arkasını döndü. Durağa bir adam geldi, sonra küçük çocuklu bir aile, genç bir adam. Göğün rengi safire çalarken QNB Finansbank’ın elmas biçimli kulesiyle gözüme hoş gelen bir bileşim oluştu. Alacakaranlığa şehir ışıkları da yakışıyor. Keskin, net, kasıtlı.

Otobüs nihayet geldi. Bindik altımız. Son dakikada atlayan gençten adam olanca sarmısak kokusuyla yanıma oturdu. Nazım Hikmet Kültür Merkezi yanından geçerken, pek de öyle bir niyeti zaten olmayan kendime, hiç söylenme dedim. Hayat asıl bu pedikürsüz haliyle heyecan verici. Senin ham hoşluk ayarlarına kayıtsız, bu lüzumsuzluktan habersiz, ot ile boku birlikte sunuyor –daha doğrusu o sunacağını sunuyor da bunu boklar ve otlar olarak sen tasnif ediyor, ömrünü de eski bir kaşar gibi yerinme ve sevinme arasında rendeliyorsun.



Koltuk komşumun sarmısak kokusu gündoğumuyla böylece pahada eşitlenirken köprü üzerindeydik. Bacağımı şimdiden yakmaya başlamış kalorifer, pencerenin pisliğine giderek yoğunlaşacak buğuyu pençe pençe ekleye dursun,  ufak kameramı çıkardım. Taşıması kolay diye yolculukta yanıma bir onu almıştım. Estetik damağını çok takdir ettiğim bir dostumun doğru dürüst bir makine edinmem uyarısını hatırlayıp sırıttım.





Kısıtlamalar, engeller de ilham kapıları. Suya, o yana bu yana dağılıp toprağa karışmadan ırmaklaşarak denize kavuşacağı yatağı açan şey, sınırlamalar. Hadi ufak dostum, malzememiz buğulanan kirli bir camın ardından üzerine gün doğan bu heyula şehirden belirip kaybolan bölük pörçük anlar. Bakalım neler sunacak, biz seninle neyi nasıl göreceğiz, parmağım ile deklanşörün nelere denk gelecek?




Sislere bürünmüş sol yanın yansıması, güneşin sahanda yumurta sarısı şiddetiyle ışıdığı sağ pencereye vuruyor, hepsine benim tarafımdaki binaların camlarından yansıyanlar karışıyor, kirle tarazlanıp buğuyla belirsizleşiyordu. Görünümün bu şekilde peşine düşmek, güçlenen bir bozum-yapım, kırım-kurum seyrine dönüştü.



Kulaklarıma varan ağzımı toparlayıp bulanık bulanık görünse de zihin gözümde fevkalade netleşen keşiflerime devam ettim. Damarı yakaladın mı madenden çıkmayacaksın.

Teşekkürler kamera. Teşekkürler otobüs.



Teşekkürler İstanbul. Giderayak yolluğumu yine esirgemedin.


23 Aralık 2017 Cumartesi

OYUN BİTTİ HADİ OYNAYALIM

Kılıç Ali Paşa Hamamının yanından dolanıp Mumhane Caddesine girdim. Aslında sokak olan caddeyi ikinci defa sonuna kadar yürüdüm. Sorup soruşturduysam da, Galeri Nev mi bilmem ama o tarafta bir galeriler var diyen beni şuraya buraya yönlendirdi. Sert, soğuk, kapalı havada pes etmenin eşiğindeyken buluverdim. Gör! dediğini ikiletmeyeceğim bir arkadaşımın önerdiği Elvan Alpay sergisinden girdim içeri.



Genelde yön gözetmeden dolanırım, bu kez girişin solundaki tuvalden başlayıp saat yönünden şaşmadım.

Ortadaki banka oturmuş avaz avaz sohbet eden iki adamdan başkası yoktu. Adamlardan birinin DUYUN BENİ! diye insanın kulağına asılıp onun peşi sıra sürüklenirmiş gibi gelen ısrarlı sesi rahatsız da edebilirdi, ortam şartlarından herhangi biri olarak alınıp geçile de bilir. İkinciye karar verdim ve daha ilk eserden başlayarak tuvallerin arşın arşın derinliklerine gömüldüm.

Tuval diyorsam tablo diyemediğim için. Tablo, alanın alışılmış iki boyutlu kullanımını ima ediyor. Oysa burada iki boyutluluğun bağrı yarılıp malzemenin kanatlanı-kanatlanıverdiği hissi uyandıran bir geçişle üçüncü boyut, çimen-dal-çiçek misali bitiyor –ya da sanki yeni yeni sinir-damar ağları örülüyor.

Her durumda alıp yürüyen, seni de içine katıp götüren bir hareket. Can bulma.

Kendimi uzun, dik, kıvrım büklüm bir kaydırağın tepesinden salar gibi bıraktım bu durdurulamaz hareket beni nereye götürürse götürsün.



Tuvalin zemininde kalan iki leitmotifle, bukalemun ile arıkuşuyla o vakit göz göze geldim. Düzken kıvrım kıvrım katmanlanan dünyalarına onların gözünden açıldım. Bundan sonra da hikaye-masal kendi kendini anlatmaya koyuldu. Bir şey beni başka bir şeye götürdü, bu gidişin ucunda devam eden başkalaşım, anlatıcı (ya da eş-anlatıcı) olarak bana da sirayet etti.

Bir yandan, kusursuz bir bronz çanağa tahta tokmakla vurulduğunda yükselerek yankılanan sesin dengiyle dikkatimi çeken şeyleri tuvalden tuvale izliyordum.



Kırmızı! Damarında dolaşan ya da oluk oluk akıtılmış da son damlaları kalmış kan gibi. Dökülen kan? Can? İkisi de.

Yapraklarından hayat fışkırarak tuvallerden taşan çiçekler.

Kah çevrenin rengini alan kah çevreye rengini veren bukalemunun son tuvalde altın beneklerle bezenişi –çevreyle etkileşimin dürülüp bir kenara kalktığı bir aşmışlık?

Uzun gagasıyla boru çiçeklerinin dibine kadar uzanıp balözünü toplayan, bunun için uzun bir süre havada asılı kalabilmek gibi, insanın kendi hayatında esinlense ne iyi edeceğini düşündüren arıkuşu….

Dışarı Vay canına! diyerek çıktım. Yan tarafta bir rafa konulmuş notlarda serginin adından o zaman haberdar oldum: Oyun Bitti/Hadi Oynayalım.

İçimden gülerek ben de deminden beri onu yapıyordum diye geçti.

*
Ama serginin adı sonrasıyla bir devamlılık kurdu.

Yeniden Mumhane Caddesine çıktığımda bitmiş, başlayan, süren oyunların, değişen devirler, dönüşen oyuncuların kafamı ne yana çevirsem karşılıklarını görür oldum.

Son gelişimde köşebaşı kahvesi Karabatak o civarın tek cool cafe’si olmaktan çıkmış, bir iki yeni yer daha açılmışken şimdi pıtrak gibiydiler. Yan yana, dip dibe aynı genç modanın tekrarları. Vakit öğleyi geçiyordu ve hepsi de boş. Müşteriden geçtim, ortalıkta tek tük insan. Dekorları tamam, hazır; nerede oyuncular?

Arka tarafta, kıyıda, yüksek perdenin ötesinde devam eden Galata Port inşaatı. Tamamlandığında esnaf sinek avlamaya iyice pahallı dört duvarlarda mı devam edecek?

Kırmızı. Akan kan mı, devinen can mı?

Oracıkta ama uzun süre öylece kalabilen arıkuşu benzeri havada asılı kalmış.

Neyse ne. Oynayalım hadi.


***



Elvan Alpay, Oyun Bitti / Hadi Oynayalım,
Galeri Nev, Mumhane Caddesi, Starbucks’ın yanı

15.12.20017 – 27.1.2018

17 Aralık 2017 Pazar

İSTANBUL’UN ENERJİSİ

Şehrin üzerindeki baskılanmış enerjiyi hissediyor musun, diye sordu arkadaşım. Sesimi çıkarmadım.



Şehrin ya da başka bir şeyin “enerjisi” dediğin, ona atfettiğin kendi izlenimin. Bunun da yerine göre durumu ağırlaştıran bir yanı var çünkü hayata kendinle sınırladığın bir bakışın ürünü. Senin (genel geçer olduğunu varsaydığın ölçütleri arkana alarak) doğru bulduğun, beklediğin, talep ettiğin, infialle karşıladığın şey, hayat istediğin gibi gelişmediğinde ezici bir dirence yol açıyor.

Kendimi aradan çıkardığım, çıkarabildiğimde İstanbul’dan da her şeyden de azami tadı, yakıtı aldığımı çoktan keşfettim. Beklentilerin yerini olan aldığında.

Böylece ilginç bir İstanbul faslı daha yaşıyorum.





İki günlük bir uyumlanmanın ardından gidip şehrin en civcivli yerine, kentsel dönüşümün yüz yıl sonra nasıl anılacağını bazen merak ettiğim hummalı faaliyetiyle altüst bölgesine, Göztepe ve civarına daldım.

Göze olmasa da ciğerlere görünüşünü iri kepekli yulaf ezmesi biçiminde tahayyül ettiğim, her türlü eski inşaat malzemesi parçacığı, kim bilir ne cins virus, bakteriden oluşma yüküyle havayı yuta yuta karmaşaya adımımı attım.



Bitmiş yükselen blokların yanı başında yeni kazılan derin temel çukurları. Daracık yerlerde manevra yaparken kılcal damarlara dönüşmüş eski sokakları tıkayan koca çimento, hafriyat kamyonlarının altında karınca misali ezilivermeye karşı sürekli uyanık olma keyfiyeti. Ve zaten engebeli, çamurlu arazide kayıp düşmemek için de her an uyanık olmak. Kesilen geçitler, açılan yenileri, kapanan yolların arkasından dolanan olmadık koridorlar. Hele benim gibi birinde nirengi bırakmayan bir tersyüz oluş ve karmaşada eşitlenme.

(Faaliyetin görünmeyen yüzünde yıkılan binalardan ortaya saçılan böcek, fare, evsiz kalan sokak hayvanları, sürekli yükselişi kaldıramayarak orası burasından patlamaya başlamış altyapı ve aklıma gelmeyen daha kim bilir neler ile uzun vadeli sonuçlar var. Kısa vadede olumsuz görünen bir on, yirmi, otuz beş yıl, derken üç yüz yıl sonra nasıl bir görünüm alacak, nasıl anlatılıp anlaşılacak kim bilir. Bugün Otuz Yıl Savaşlarına, koca bir kıtayı kasıp kavurmuş karahumma salgınına nasıl bakıyor, o vakitlerin perspektifi dışında kalmış olumlu-olumsuz hangi sonuçlarını yaşıyoruz?)



Maruz bırakıldığı bu engelli koşuda şehrin alışılmış kalabalığıyla aramda yüreğimi ısıtan bir kader birliği hissederek atlayıp sıçradım, hoplayıp tırmandım. Öfkesi, isyanı gövdesinin bin misli küçücük, ufacık yaşam birimleri.


Bir hafta boyunca hiç değişmeden süren lodosla ışıl ışıl bir gökyüzü, kışın ortasındaki bahar havası, şenliğe kendi kontrastını ekledi. Burnumun arka duvarında kirliliği yakıcı bir hal alan şehir nefesine taze su, toprak, yaprak, çimen kokuları karıştı.

Arkadaşlarımla uzun uzun dışarılarda, park, deniz kenarı, kahvelerde oturdum. Kah seyrettim kah içine daldım, beklentileri, itirazlarıyla kendimi geri çekerek şehre kendi çay kaşığımı daldırdım.



Çok tat aldım, hayli de tükendim. O vakit geri çekilip bataryaları yeniden şarj etmek için gerekeni yapma özgürlüğüm var. Böylece İstanbul’la bu dilediğimde yerime dönüp oturabildiğim, dilediğimde salondan çıkıp gidebildiğim dans, saflığını her seferinde yeniden bulan bir keşif. Dört koldan ilerliyor.


Benim için İstanbul’un enerjisi de işte bu.


14 Aralık 2017 Perşembe

ANLAŞILMAK

(Eski bir yazı ama eskimiş mi?)

Rehberlik yaparken turların sonunda değerlendirme formları dağıtmam isteniyordu. Acente bunları geribildirim olarak kullanmaktaydı. Sorulardan biri de rehberi nasıl bulduklarıydı.

Acente sayesinde hayatımda hiç almadığım, herhalde daha da alamayacağım kadar geribildirim –en azından yazılısını- toplamıştım.

Geribildirimin bu elle tutulur biçimi üstelik de o miktarlarda olunca kulak ardı edilemeyecek şeyler söylüyor insana.

Yazılanları yerine teslim etmeden önce benimle ilişkili bölümlerini bir deftere not ediyordum. Böylece ortaya ilginç bir koleksiyon çıktı birkaç sezonun sonunda. Üzerinden yeterince zaman geçtiğinde yeniden okudum (artık rehber değildim). Söylenmiş olanlarla başka bir insanın portresini çıkarmaya çalışmak gibiydi. Bildiğim ama yabancı birinin.

Aynı tur içinde aynı insandan çok ilgili-ilgisiz, doyurucu bir biçimde bilgilendirici-yeterince “anlatmayan,” vb, vb olarak söz ediliyordu. Kimi bu insanın belki kendisinin bile farkında olmadığı iyi bir niteliğini keşfetmişti, kimi de hiçbir aynada görmemiş olduğu bir defosunu…

Tek tek her birinden yola çıkılarak yapılacak “robot portreler,” birbirine taban tabana zıt denebilecek kadar farklılaşabiliyordu.

Ya bütün bu portrelerin “orijinali” ile ilişkisi? Aslını ne kadar yansıttığı?

İşte o zaman farkına vardım.

Orijinal diye bir şey yoktu belki de. Bir bütüne (özne, nesne) sonsuz çeşitlilikte derinlikten, yükseklikten bin bir ışık altında bakışlar vardı bunun yerine.

Eğer böyleyse, orijinale sadık oluş, öznenin kendini algılayışıyla ona bakışların yakınlığından ibaretti.

Anlaşılmak dediğimiz, kendimizi gördüğümüz gibi görülmek demek kabaca. İç ve dış görüşlerin üst üste gelmesi. Ama bir insana (olaya, olguya, nesneye) tek bir açıdan, tek bir ışık altında, tek bir bakış olabilir mi? Hepsini aynı anda, aynı nesne üzerinde toplayabilmemiz mümkün olsaydı, bir uydu fotoğrafı ile Flaman bir ressamın bakışı, amatör işi bir dijital fotoğraf makinesi ile usta bir karikatürcünün imbiğinden geçmiş bir görüntünün bize anlattığı, bakılan bir bile olsa ne kadar aynı olabilirdi?

Peki nesnenin hangisi açısından “anlaşılmış” olduğunu söyleyebilirdik?

***

Geribildirimler defterini kapadığımda, ee, diye sordum kendime; bunlardan hangisi bendim? Cevap kapının arkasında beklermiş gibi şaşırtıcı bir hızla geldi: Hepsi ve hiçbiri!


Yaşadığım en özgürleştirici deneyimlerden biriydi.

13 Aralık 2017 Çarşamba

ÇAMAŞIR MAKİNESİ

Baştan beri bir şeyleri eksik, yani 25 yıldır. Bu da algımda onu.. yaşayan bir varlık haline getiriyor.

Komşu, geldiğimi çamaşır makinesinin sesinden anladığını söylediğinde sonraki ilk çalıştırmamda kulak verdim. Tamam, yeni makineler daha sessiz olabilir ama bu garibinki de o kadar fena değil derken demin çeviriyi bırakıp banyoya koştum. Onu yerine sabitleyen parçaların eksiğiyle en sonunda, iş sıkmaya geldiğinde bazen nasıl çıldırdığını unutmuşum. Yerinden kurtulmuş, kendini bir klozete, bir banyo dolabına vurmakta, yalnız alt kattakini değil, bütün apartman komşularını, belki yandakileri bile ayağa kaldıracak kıyameti koparmaktaydı. Bu kez çalışmaya başladığında repertuarına Çin malı teneke bir kanarya ötüşü misali lastik seslerinin de katıldığını işitip keyiflenmiştim ama şimdi zangırtıları iniltilere, onlar takırtılara karışıyor, tutulduğu sinir krizi perde perde tırmanıyordu. Bütün ağırlığımı iki elime vererek abandım. Sağa sola yalpalaması kesildi ama canhıraş takırtı sürüyordu. Titreşimleri kolumdan omuzlarıma yükseliyor, gövdemi de kendine katan makinenin sarsıntıları oradan belime iniyordu. Bir ara bu şekilde abanmanın ıstırabını arttırdığını fark ettim, önemli olan verdiğim güç değil, ellerimi nereye hangi açıyla dayadığımdı. Gazı bir türlü çıkmayan bebeği göğsüne nasıl yerleştireceğini buluvermek gibi. 
Birden yatıştı, cehennemi homurtular çıkarmaz oldu. (Almaşık, kompleks sesleri, ses bileşimleriyle bu makinenin kulak terbiyemde önemli bir yeri var.) Artık uysal, hırıl hırıldı. Ve dayanılmaz komik!. O döndükçe ben kıkır kıkır gülüyordum. Çılgın bir dans tutturmuş gidiyoruz işte böyle.

Bir de at gitsin, bak yeniler ne ucuza diyorlar.


Beni etim kemiğim aklım ruhumla an’a getiren böyle bir makine daha nerden bulurum?

12 Aralık 2017 Salı

SENİ GÖRDÜĞÜME SEVİNDİM

Böyle ne çok var.

Uzun bir zaman sonra bir araya geliyoruz.

E nasılsın diye başlıyor. Kısa geçiyorum. Bıraktığım boşluğu heyecanla doldurmaya koyuluyor. Oradan buradan, soluksuz. Yapıp ettikleri, tasaları, yakınları, onların tasaları, sağlık sorunları, başka sorunlar, planlar programlar, yapılıp edilecekler, düşünceler, görüşler, anılar. Ayrıntılar ayrıntılar (üst kattan silkelenen halıdan saçılan döküntüler). Aşırı elektrik yüküne maruz kalmış eski bir santral gibi oradan oraya atlayan çağrışım kıvılcımlarıyla saydıkça sayıyor, döktükçe döküyor.

Soğuyan çayını, kahvesini, yemeğini bir süre kapanmak durumunda kalacak ağzına götürürken oluşacak kısa boşluğu doldurmam için soruyor:

Ee, daha daha nasılsın?

Daha da kısa kesiyorum. Bir iç dökücü değilim. Bir araya gelişler, karşılaşmalarda bana yakıt olan, heyecan veren birlikte, karşılıklı bakmak, kulak kesilmek. Birbirimize, taze bir ayrıntıya, hayata. İki yanlı bir akış –o da mutat içeriklerin biraz kenara çekilip ortaya bir boşluk, alan açılmasını istiyor haliyle.

Fincanını, bardağını, çatalını, kaşığını bırakıp bazen kısa cevabımın bile sonuna gelmemi beklemeden kaldığı yerden devam ediyor.

Karşısında, ödem yapan bir organa takılan dren gibiyim.

Ayrılırken seni gördüğüme çok sevindim, diyor, kısa zamanda yeniden görüşelim.
Beni gördüğüne mi? Gördün mü? Ne gördün?

Bense kalabalık bir caddeyi bir iki saat boyunca kıyısından tabure üzerinde seyretmiş gibi oluyorum. Ambulanslar, egzoz dumanları, slalom yapan pizzacı mobiletleri, sirenler, kornalar, slalom yapan yayalar, itfaiye..

Veya bir çıkmaz sokakta sıkıştırılıp alabildiğine taciz edilmiş gibi.

Sersemlemiş, uyuşmuş, uzaklaşmış, ben de bütün bu kalabalığında seni görmeyi pek beceremiyorum. Onun için görüştüğümüze ne kadar sevindiğimi kestiremeden ayrılıyorum.

7 Aralık 2017 Perşembe

GÖRÜŞ

“Erinç, hayatta ne oluyorsa buna ilişkin görüşümüz eksiğiyle odur” * demiş hayli safra atmış olduğu sırf bu sözden belli olan biri (Charlotte Joko Beck, Amerikalı bir Zen hocası imiş).

Görüşü olmak.

En fazla yanlış anlaşılan, kötü kullanılan, tıkanıklık ve çatışmaya yol açan, pahallıya patlayan yaygın varsayımların başlarındadır herhalde.

Pusula, tahliye sandalı, yangın merdiveni, neşter, kulüp rozeti, üniforma, sancak, el bombası, çürük yumurta gibi işlevler yüklenen, Hakikat! iddiası ile ölümcül hale gelebilen, haddini, yerini nadiren bilen bir iyelik hali.

Dünyaya ardından baktığımız, ne kadar berrak olduğuna inansak da doğası gereği opak olmak zorunda olan kalın cam.

Görüşleri kenara çekip hayata çırılçıplak çıktığım anlar, Charlotte Joko Beck’in dediğini lafsız-görüşsüz ilk elden yaşıyorum.

Sadece olan.

Sevinç.

Erinç.

*
Çevirime döndüm. Kaldığım yerden açtığım sayfada şu vardı:

Kısmen yalanlardan mamul bir dünyamız var. Sözünü ettiğim, paylaştığımız, yarattığımız dünya. Bunu daha iyi anlayabilmek için yalanın ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Yalan, gerçeğin çarpıtılmasıdır. Çocukluğumuzdan beri her şeyi çarpıttık zira zihinlerimizle algılıyor, her şeyi bilgimizin süzgecinden geçiriyor ve algıladığımıza her türlü yargı ve görüş ekliyoruz. Böylece bize dünyada neler olduğu, kim olduğumuz veya neden burada olduğumuza ilişkin sorular sorulduğunda her çeşit cevabımız mevcut ama bunların tümü çarpıtmalarımıza dayanıyor. Yegane doğru cevap 'bilmiyorum'dur. Kesinlikle söyleyebileceğimiz tek şey 'Tüm bildiğim var olduğum'dur.


Bunun ötesinde söylediğimiz her şey bir çarpıtmadır çünkü gerçeğin ne olduğunu açıklamak için sözleri kullanmamız gerekiyor. Bildiğimiz bütün dil (bunun hangisi olduğunun bir önemi yoktur) ancak insanların her bir harf, her bir kelime, her bir cümle üzerinde mutabık kaldığı ölçüde geçerlidir. Dolayısıyla görelidir. Oysa hakiki gerçek göreli değildir, onun için de sözlerle hiçbir zaman ifade edilemez. Söz gerçeği yalnızca çarpıtır.”

----


“Joy is exactly what’s happening, minus our opinion of it.”

4 Aralık 2017 Pazartesi

KARŞIYAKA’DAN

Törene katılacakların çoğu kendi arabasıyla gitmiş, camiye kaldırdıkları midibüste az kişiydik.

Füme cama burnumu dayadım. Açık trafikte, işinin ehli bir terzinin kumaşa daldıra çıkara işlettiği iğnesi gibi yerin bir altı bir üstünden geçerek şehrin çehresinin asıl değişime uğradığı Eskişehir yoluna saptık, devasa temel çukurları ben görmeyeli dolup yükselmiş binaların diğerlerine katıldığı çelik, cam ve beton cengelinden kuzeye döndük. Toptancıların, sanayi sitelerinin yayvan yapılarının ovasında ilerledik.

(Ateş ta dibine düşmedikçe –gerçi düştüğünde bile- dikkat ölümün, acının üzerinde kalmaz, yakınlık derecesi arttıkça açılan aralıklarla bambaşka yerlere kayar, sıçrar. Trafikte şu gidiş misali, kesintisiz algı ırmağına dalar. Ama usulca onunla, gidenle kalmayı seçebilirsin. Son bir selam olarak, kucaklaşma niyetine. Varlığına canlıların bu hoppa, bir orada bir burada aleminde son bir yer açarak, sessizlikte onunla bir olarak.)

Çok geçmeden ileride solda şimdilik boş duran boz tepeler göründü, sağda da ama oradakilerin üzeri yüksek bloklarla kaplıydı, etekleri ise herhangi bir yükseltiye artık ihtiyacı kalmamışların mezarlarıyla. Yerle birliğin sessizce uzanıp gidişi ile onlara tepeden bakan henüz hayattakilerin alemi.

İndik. Şimdiden biriken kalabalığa karıştık. Cami avlusunun tepesi, açılabilir brandalarla karmaşık bir iskelet etrafında örtülmüş, kenarlar boyunca ısıtıcılar çalışmaktaydı. Hava açık ve güneşliydi oysa, sonuna kadar da öyle kaldı. Gözüm direklerin etrafındaki ufak hoparlörlere (meşum çağrışımlar) takıldı ve cenazelerin kalkış saatleri ile destinasyonlarının belirtildiği ekranlara. Öğle namazıyla kaldırılacak on iki cenaze vardı. Dört kadın, bir çocuk, yedi erkek. Bebek Çabuk (Erkek), Mutlu Tosun (Erkek), Menevşe.. (Kadın) …

Arka tarafta banklar dolmuş, sohbetler koyuydu. Uğultu içinden tabutların sıralandığı ön tarafa ilerledik. Hayat arkadaşıyla son kez baş başa olsun isteyip önceden gelen yarım yüzyıllık komşumuzu bulduk.

Bastonuna dayanmış, sarsıla sarsıla ağlayarak yürüyordu, sessiz, için için. Diğer koluna girdim. Tabutun yanına gittik. Dörtlü sıradan ikincisi. Diğerleriyle birörnek, nihayet ölümde eşitlenmiş yüklerini boşalttıktan sonra yenilerini alacak, paralanana dek de aynı işi yapacak tabutlar.

Yakınları, arkadaşları da oradaydı. Birkaç kişi. Kocasını daha önce kaybetmiş biri abartılı bir canlılıkla, “Bak hava ne güzel, mutlu ol, kimse çamurlara batmayacak, görevimizi kolayca yerine getireceğiz!” diye avutmaya çalışırken kalın kaşlı, hatları güçlü başka bir kadın, bu kadar ağlamasının yettiğini bildirdi, kendini hasta mı etmek istiyordu, toparlanmalıydı, bak, hepimiz aynı yolun yolcusu değil miydik ?! Bırakın ağlasın demek istedim, demedim. Sırtını sıvazladım onun yerine. (“Bildiğin gibi yap, içinden taştığı gibi.”) Acısı ta derindendi, sadece kocasıyla onun arasında. Vitrinlik değil. “Tam da..” diye söze başladı, karşılaşacağı direnci kıracak takati bulamayıp neye yarar ki dercesine başını iki yana salladı, sustu.

İlk kadın yeni bir avuntu bulma umuduyla “Bak bak” dedi, “Sadece onun tabutu camlı, görüyor musun, yanına cam bir pencere yapmışlar. Sadece onun tabutunda.”

Epey sonra gelin, dedim, birazdan bizi buradan uzaklaştıracaklar, arka tarafta bekleyelim. Yanlarda boş bir iki bankta oturduk. Hoparlörlerden alçak sesle dualar, kalabalıktan da hararetli sohbet-ağıt-kahkaha ibrişimlerinden kaba dokuma kesintisiz bir uğultu dalgalanarak yükseliyordu.

Yan kapının önündeki servis arabalarında yığılı yaygılarla çabucak bir son cemaat yeri oluşturuldu. Ezan okundu. Ayakkabılar yaygıların yanına sıralandı, erkekler üzerine.

Daha arkalarda ayakta duranların tespihli, sigaralı, dizginlenmeyen iri gülüşlü öbekleri etrafında gidip gelenlerin, koşuşturan çocukların hareketi kesintisiz sürdü.

İlk kez gelenin ne satıldığını çıkaramayacağı bir hal gibiydi, mezat yeri. Panayır?

Gözüm avludan ayrılarak karşı kaldırımdaki büfelere ilerledi. Yanlarında Büyükşehir Belediyesinin bedava çay sunduğu büyük salon.



Geri döndüm, çömelen, uzanan, öne çıkan kalçalar denizine baktım. Nihayet cenaze namazı başladığında doğrulup dikilen aynı toplulukta kendini duaya kaptırmış bir genç dikkatimi çekti. Yirmilerinin sonunda, tıraşlı tepesi şimdiden açılmış. Âdeti yerine getirmenin ötesinde bir can katıyordu dudaklarının sessiz ama ateşli kıpırtısına, başını sağa, sonra sola çevirişlerine.

“Hakkınızı helal eder misiniz?”

Elbette. Döne döne. Ne hakkım olmuşsa? Ama helal olsun, helal olsun, helal olsun.

Çıktık.

Arabasını orada bırakıp bizimle gelenlerle midibüs şimdi daha doluydu. Daracık yollardan on bir diğer ahret yolcusunun trafiğine katıldık. Eski mezarların durmuş oturmuş, çiçekli, bakımlı sıralarını, köşe başı hayratlarını, anıt mezarları geçip kullanıma yeni açılan bir yamacın başında durduk. Tepeden aşağı yarım düzine bitişik düzen, dar çukur kazılmış, toprakları kenarda atılmaya, taşları üzerlerini kapamaya hazırdı. Çiğ toprak. Çiğ bir yara gibi. Çıplak. Çamur. Ölümüzü yeni deşilmişliğin teselli sunmazlığına bıraktık. Teselliyi sonradan gelmeye, kapanan mezarları örtecek çayır çimen gibi. Zamana.

Burada koşturmaca, hangi çukurun kime ait olduğunu soruşturarak birbirine karışan ölü sahipleri kalabalığının gidiş gelişi, işçilerin çabuk çabuk çalışması, mezara sırayla toprak atmaya bile fırsat tanımayan seri işlem öyle mekanik, kaba ve acayipti ki artık gözlerim dolamadı.

Dönüş yolunda bir yanda aynı atölyelerin (Huzur Mezar-Show Room, Güneş Mezar vb), avlularındaki kabir örneklerinin, yontulmuş, yontulmamış mermerlerin, seralar ve peyzaj hizmetlerinin, büyük taş blokları imalathanelerinin, diğer yanda hastalıklı çamlarla selvilerin arasından geçip ana caddeye çıktık, yaşayanların hayhuyuna karıştık.


Yakamdaki fotografı örselemeden çıkarıp buruşmayacağı bir şekilde çantama koydum, burnumu cama dayadım.

MUZAFFER BEY

Melek gibi bir adamdı. Çocuksu bir yürek dolusu şefkat, merhamet ile insanlarla, karıncadan keçiye hayvanlarla dost.

Şimdi yatağında ölümü beklerken de öyle. Arada bir uyandığı uykusunda yüzü, işini bitirmiş, onu götürecek otobüsü bekleyen biri gibi. Dingin.

Evinde ona özenle bakan yakınlarına da geçmiş bu. Keder elbette ama derin de bir huzur var yüzlerinde.

*
Az önce haberini aldım.

Otobüsü gelmiş.


İyi ki yaşadın Muzaffer Bey!

3 Aralık 2017 Pazar

ŞEHİR AĞAÇLARI

Gözüm onlarda. Gökyüzü ve ağaçlar.

Seçe seçe, taammüden onlara bakıyor, bakışıma can veriyorum, onlar da benim şehir duyguma.



Bozkır göğünün eşi benzeri yok. Pençe pençe renklensin, fırtına bulutlarıyla kudurgan bir denize dönsün, içini çalkalar. Nispeten tek renk bile olsa farklı bir zemin sunduğu çoktur –şimdi mesela, selofanından yeni çıkarılmış pahalı bir gömlek mavisi.

Ayağım yereyse gözüm de göğe basar. Şehir susar, o konuşur. Yani kulak verecek olursan şehirden gevezesi, gürültücüsü yoktur da başını yukarı kaldır, oradaki şöleni gözlerinle de dinle, dünya alem susmuş, sözü ona bırakmış gibi olur.

Ve şimdi de ağaçlar.



Betona odaklandığımda azalan, önemsizleşen, ihmal edilebilir ayrıntılara dönüşürken dikkatimi onlara kaydırdığımda çoğalıyor, öne çıkıyor, gümbür gümbür bir varlık oluyorlar.

Şehir ağaçları.



Çınarlar, olanca görkemi, tuttukları yeri dolduran kallavi gövdeleriyle, atkestaneleri, parklarda, apartman bahçeciklerinde salkım söğütler, çıplağı yapraklısından bile daha fazla hoşuma giden –ne desenler, siluetler!- kavaklar. Çamlar, kimi sağlıklı kimi hastalıklı, kızıl kızıl dökülmekte. Burada ardıç var mıdır? Adını bilmediklerim, bazısını öylece bırakırken bazısına da benim bir ad verdiklerim.



Ağaçlar. Kenti canlandırıp güzelleştirerek aşan, gönlümü toprağa, doğaya, asıl prize bağlayan (avuntu değil hayır, şehri görmezden gelmeye, ondan kaçmaya çalışmıyorum) varlıklar.

VAR-lıklar, evet.



Gözümle sarılıyorum onlara. Yüzümü haftadan haftaya, derken günden güne değişen, sona yaklaştıkça zenginleşen renkleriyle yapraklarına gömüyorum. Acı acı yaprak kokularını ayazla birlikte içime çekiyorum. Hışırtılarıyla kulaklarımı dolduruyorum.




O vakit beton önemsizleşiyor, göğün işaret ettiği zaman ölçeğinde ihmal edilebilir bir ayrıntıya dönüşüyor, ağaçlar da, başka bir varoluşun ulakları, onaylıyor bunu.