Akşam, bahçeye kurulan masalardan birine oturdum. Boyu on
metreyi aşmış, üst dallarındaki meyvelerin maymunlara bırakıldığı avokado
ağacının tam altında. Gün boyu tuktukuyla turist gezdiren, kalan zamanda da
pansiyonda servise yardım eden çalışkan Weerakoon seğirterek cam bir
kavanozdaki ispermeçet mumunu yaktı. Tanrılar şu mum ile kellemi, düştü düşecek
olgun avokadolar ve düşmeyeni de koparıp atıverecek oyuncu maymunlardan korusun
dedim.
Arkama yaslanıp hiç aceleye getirilmeyen çorba servisini
(bol baharatlı güzel bir sebze çorbası) beklerken topluluk içinde yalnız başına
ve başkalarıyla birlikte oturma arasındaki farkı düşünüp gözlemledim.
Birileriyle olmanın, en derine işlemiş toplumsal hayvanlık statümüze doğru
yerden dokunarak nasıl bir güven ve rahatlık verdiğini.
Benim dışımda tek
yalnız oturan, başka yerde kalıp buraya yemeğe gelmiş bir kadındı. İçerideki
masasının başında Lonely Planet’ini açmış, gömülmüş. İnsanların koruyucu
kuşatıcılığından yoksunsan bir şeylerle meşgul olmak, hiç değilse öyle görünmek
de iş gören bir kılıf dedim. Çiftlerin ya da bir grupla birlikte olanların işi
en kolayıydı. Toplumsal hayvanlığın gereği kendiliğinden yerine getiriliyor,
geriye ikinci ürkütücü şeyi doldurmak kalıyordu: Nereye çıkacağı hiç belli
olmayan, onun için de tehdit olarak algılanan “boşluk.” Hemen hamle edip
meşguliyet (ya da kisvesi) ile doldurulmazsa kontrolden çıkacak sessizlik. Eh,
konuşma bunun için var.
Hiçbir şey yapmadan oturan bedenimi dinledim. Yüzüm
rahattı. Geri kalandaysa belki dışarıdan ancak dikkatli bir gözlemcinin fark
edeceği bir tetiktelik hali. Devreyi tam kesmeyen bir düğmenin elektrik
göndermeye devam ettiği bir cihazdaki eşik altı gerilim.
Topluluk önünde konuşmanın uyandırdığı korku, bakışları
üzerine toplamayla ilgiliymiş. Bunun, vahşi hayvanlar arasında kalan ilk
insanlara uzanan, genlere işlemiş anısı.
Topluluk arasında tek başına oturmak da belki daha hafif
ama aynı noktaya dokunmuyor mu?
Bu arkaik kaydın üzerine binen sosyal anlamlandırmaları
da hesaba katmalı. Yalnızlığı marjinalleştiren normları.
Ama ne kadar yoğun görülse de bu baskı ancak, yalnız
insan onu içselleştirdiğinde etkili oluyor. Dingin, varlığı içinde
merkezlenmiş, boşlukla, sessizlikle derdi olmak şöyle dursun, beslenen bir
zihin için bir başına olmak kendini eşit algılamak demek. Meydan okumadan,
eziklik ya da üstünlük hissetmeden genlerimiz ve toplumsal kodların
dayatıcılığının ötesine geçmek.
Öylece oturup bunları düşünürken bu ikisi arasında
olduğumu hissettim. Yüzüm rahatlığıyla eşitlik bilincine usulca dokunuşu, hafif
elektrikli bedenim ise tersine gittiğim güçlü dayatmaları yansıtıyordu.
Faiesz beyin Almanya’dan tatile gelen kardeşi ile Alman
karısının size katılabilir miyiz deyişiyle statüm bir anda değişti. Ağzım
kulaklarımda, “Memnun olurum, buyurun” dedim.
Kardeş, kırk yıl önce bir meçhule atılarak talihini
gurbette aramaya karar vermiş. Hindistan’a geçip Pakistan, Afganistan, İran ve
Türkiye’yi otobüs, tren, otostopla aşarak Almanya’ya varmış, kalmış. Bir ay
önce eşiyle İstanbul’a gelmişler. “İlk gördüğümde köprü yoktu. Şehir ne çok
değişmiş.” Almancası kusursuzdu. Belli ki başarılı olup iyice uyum sağlamış.
Karısına siz Sinhala dilini öğrendiniz mi diye sordum. Yeltenmedim bile, dedi,
gerek yoktu. Bir yabancıyla birlikte olsam, dünyama hiç sekmeden girmesiyle
yetinir miydim, yoksa bir insanın dünyasının giriş kapısı olan dilini öğrenerek
ben de onun aleminde yol almak mı isterdim?
Lion marka uzun, kocaman şişeli tatsız ve sözüm ona buradakilerin
en iyisi olan yerel biralarımızı söyledik. İçimi çekip “Bira Almanya’da içilir”
dedim. Kibarca güldüler.
En güçlü içkileri, hindistancevizi çiçeklerinin sapından
yapılma, rakı muadili arak (daha
denemedim, belki bu akşam). Alkollü içecekler demir kafesli ayrı dükkanlarda
satılıyor. Kafeslerin korunmadan çok içki satın alanları göze sokarak teşhir
etmeye hizmet edebileceğini düşündüm. Kafes içinde tutulan alkole yine de talip
olanları? Belki. Miktarda sınır yok ama yaş sınırına kesinlikle uyuluyormuş.
Çay ülkesinde çayhane olmayışını yadırgadığımı söyledim.
Ne de kahvehane.
Onun için fırınların, pastanelerin arka tarafındaki
masalar vardır dedi kardeş.
“Erkeklerin kendi aralarında toplanıp muhabbet etme adedi
yok mudur?”
“Bara giderler.”
Şehirde kimseyi sigara içerken görmedim, dedim. Yerlerde
de tek izmarit yok.
Güldü. “Yasak da ondan. Cezası da epey. Ama bu işi
tersinden yaptılar. Açıkta içmek yasak, kapalı alanlarda, lokantalar, barlarda
serbest.” Betel, o hafif uyuşturucu
kırmızı otu çiğnemek (ve kızıl kızıl tükürmek!) de yasaklanmış, sokaklar da bir
anda temizlenmiş.
Nihayet gelen çorbalarımızı bitirip pilav-köri büfesine
yollandık. Tek bir ad altında sonu gelmez bir çeşitlilik. Yegane ortak özelliği
lezzet olan, farklı tarzlarda hazırlanmış her türlü meyve-sebze. Tatlı, ekşi,
acı, kızartma, haşlama bu köriler düz pirinç pilavına katık ediliyor. Başta
kibar kibar tabağımın kenarına birer kaşık çeşni alıyor, ortaya da pilav
koyuyordum. Bir yerli işin doğrusunu gösterdi. Hepsini pilavla bir güzel karıştırmak.
Palet üzerinde karılan renkler gibi ya da kulağıma hep birlikte gelen kuş
sesleri. Ayırt etmeyi boş ver, karışmanın, bir olmanın her defasında değişik
olan üst tadına var.
Ancak kesitinden teşhis edebildiğim bamyanın bizdekinden
çok farklı, kuru, iri, düz silindir biçiminden gözümü alıp “Hindistan kadar
renkli ama keskin bir yoksulluğun, çürümenin olmadığı daha iyi harmanlanmış bir
Sri Lanka görüyorum” dedim. “Öyle mi gerçekten?”
“Yoksulluğu içlerde görürsünüz, ama doğru, Hindistan’daki
keskinlikte değildir.”
Hindistan’ın bağımsızlığını kazandıktan sonra İngilizlere
ait ne varsa silmeye yöneldiğini, yer adlarına kadar değiştirdiğini anlattı.
(“İngilizceleri bile artık içler acısı.”) Sri Lanka’nın ise onlardan kalan
kurumları, eğitimi vb koruduğunu. (“Hem bazı şeyler de iyidir, değil mi” diye
araya girdi karısı. Sinirime dokunan şişkin batılı kendinden hoşnutluğuyla. “Şu
çay adeti mesela.” İngilizlerin adanın yağmur ormanlarını 5 çayı adeti için yok
ettiğine dikkat çekmedim. Nezaket yüzeyinde bir sohbetti sonuçta.)
Madem bu şekilde serbest, izninizle deyip bir sigara yaktım.
Sonra da Ella’daki odamın akıbetini sormak için Faiesz beyin
yanına gittim.
Kardeş ise dev ekranda bir Bundesliga maçı seyretmek üzere elinde
birası, tv karşısına kuruldu. Faul yapan bir oyuncuya hariçten gazel okuyan ortalama
futbol meraklısı Alman erkeğinin mükemmel bir taklidiyle “Spinner!” diye bağırdı.
Esmer teni, Sri Lankalı bakan gözleriyle taklit ettiğinden ibaret
değildi (her şeyinizi, beden dilinizi bile asimile olacağınız kültüre uydurabilirsiniz ama ya bakışınızı?). Ama açık görünen kapısından içeri adım atacak birileri olmadıkça öyle duracağını
içimden geçirdim.
(arkası yarın)