Akşamüzeri doğu koyuna indim. Sentetik hasır şapka heyecanla karşıladı beni. Oradaki bir iki kişiyle tanıştırdı. Ne yapacağımı bilemediğimden biraz fotograf çektim. Sentetik hasır şemsiyeler buradan koyun siluetleşerek uzayıp giden kolu ve mavisi durulan denizle hoş bir kafiye tutturmuştu.
Baygın baygın çalan müziğin diskonun mu seçimi olduğunu kestiremediğim için yan çizme payı bırakarak “Güzel bir meditasyon müziği olurmuş” dedim. “Öyle zaten” dediler. “Falun Dafa müziği bu.”
Avustralyalı beyle ayaküstü sohbet ettik. Meditasyonu tanıtacak olan karısı Türk’müş. Ufak tefek, esmer, sempatik bir kadın.
Başlayalım mı, dedi. Teki erkek, beş altı kişi mum gibi dikildik.
Ellerini göbeğinin altında bir
mudra oluşturacak şekilde bir araya getirdi. Taklit ettik.
“Şimdi birer birer bütün akupunktur noktalarımızı açacağız.”
Hadi bakalım, hayırlısı.
Oturduğu yerden düşünce gücüyle evrende kara delikler açtığı veya kapadığına, daha neler nelere inananlara kıyasla burada (bir tembel hayvanınkinden daha enerjik olmasa da) en azından belirli bir fiziksel aktivite vardı.
Hafif bükülü dizlerimle (insan bu pozisyonda kendini pek bir ebleh hissediyor) kollarımı zarif olması gereken uyutucu bir süratle göğsüme, başımın üzerine, iki yana götürüp getirdim, parmaklarımı açtım-kapadım. Ne dendiyse yaptım.
“Şimdi sadece durup gözlerimizi kapayarak 45 saniye boyunca müziği dinleyeceğiz.”
Çinlilerin uzaktan uzağa ayak kokulu yasemin çayı gibiydi müzik. Birinin nefaset, diğerinin zarafet iddiasında olduğunu anlamasına anlasam da duyularımın ilk elden söylediği bambaşka.
“Yüzümüzde hafif bir tebessüm olacak.”
A, onun için suratımda herhangi bir değişikliğe herhalde gerek yoktu.
Her birimizi kuşatan evrensel enerji yumurtasından (sözcük bu olmayabilir) enerji toplama ve oramıza buramıza dağıtma faslı ile bu egzersizi 9 kere tekrarlayacağımızı işittiğimde, o ana kadar bıyık altından gülüşümle at başı gitmiş açıklığım dağıldı. Yerini hızla can sıkıntısı aldı. Neyse, kısa bir sekanstı, sepetlerimizi topladığımız enerjiyle doldurduk. Bitti.
Uzatan ben oldum. Sorularımla. Falun Dafa’yla tam da şimdiki çevirimde karşılaştığımı, uygulayıcıların Çin’de gördüğü zulmün beni hem çok hem hiç şaşırtmadığını söyledim.
“Bu kadar barışçı (uyutucu dememek için) bir şeyden neden öyle korkuyorlar ki?”
“Komünist parti bu hareketi başta çok iyi karşılamış. Aralarında parti üyeleri varmış. Ama FD’cıların sayısı hızla artıp meydanlarda meditasyon yapmaya başladıklarında komünistler kendileri dışındaki organize her kitle hareketi gibi bundan da korkup baskılamaya başlamışlar.”
“Tibet’ten başlayıp Budizme de yaptıkları gibi..”
“Çok doğru. Ve zaten FD’nın kökeni de Budizm.”
“Peki sadece bedenle mi yapılıyor? Yani oturmalı, meditasyon-meditasyon faslı yok mu?”
Var tabii deyip oturduğu gibi lotus pozisyonunu aldı. (“Lotus zorunlu değil, herkes kendince oturabilir. En azından başta.”) Ama burada da yavaş el-kol hareketleri ve bunların en olmadıklarında bir süre donma vardı.
“Bunun yarım ve bir saatlik iki türü mevcut.”
“Bedeni hayli zorlayacak duruşlar.. (Evet, pozisyonlardan çok
duruşlar.)
“Öyle ama bir yerlere çabasız da gelemiyorsunuz. Ben on yıldır uyguluyorum. Pek çok sağlık sorunum vardı. Hiçbiri kalmadı. Bağımlılıkları da çözüyor.”
Hareketler sırasında dikkatimi çeken yüz ifadesine bürünmüştü tekrar. Hafiflemiş, derinden hoşnut, aydınlık. Sevgiliden bahsetmenin duyguları canlandırmaya yetmesi gibi deneyimini özetlerken sanki hissini de yaşıyordu.
“FD, içinde yaşadığımız evrende tam bir tolerans geliştirme (bunun talihsiz bir kelime seçimi olabileceğini düşündüm –bana kalsa esneklik derdim), uyum halinde olma üzerine. Gerçekten de hareketleri yaparken bir süre sonra bedenin tam bir denge haline gelip silindiğini hissediyorsunuz.”
Evet. Müstehzi yanıma rağmen buna bir an yaklaştığımı hissedip ben de hoş bir şaşkınlık yaşadım.
Ertesi gün için de bu kez iskelede ve biraz daha erken buluşalım mı dediler.
Doğa ortasında hoş bir egzersiz işte.
Anlamaya, anlamlandırmaya ne hacet. Bir renk. Tabağına konanı ye hem.
Hevesle “Tabii” dedim.