Fire in the Mind adlı Krishnamurti kitabını okuyorum. Doğu ve Batı’da 70’ler ve daha sonra onunla yaşanmış diyaloglardan derleme.
İnsanlar ne vakit kendi ördükleri anlamlara kapılıp
gidecek olsa K. araya girerek “Bir dakika” ya da “Yavaş yavaş ilerleyelim,” “Bağışlayın,
ben bunu anlamadım” diyor. Hiçbir şeyi anlaşılacağı varsayımına, diyalogu da
sözüm ona ortak, gerçekteyse herkesin kendi telinden çalıp diğerlerine de öyle
bakacağı parçalanmış bir zemin olmaya bırakmıyor.
Onun kendinden hiçbir şeyi araya dikmeden soru ya da
yorumlara kulak kesildiğini orada olmayan okur bile sayfalarda hissediyor.
Katıksız bir kulak olduğunu.
Bu kadarı K. olmayı ister denebilir. Ama hiç değilse zihinsel
bir şerh düşemez miyiz:
Sen ağzını daha açarken kapının arkasında bekleyen cevabımı
yapıştırmadan önce bir kavrama senin yüklediğin anlamla dinlemeye kulak açmalı;
onun benim kafamda yüklenen nitelikler, izlenimler, hisler vs ile kişisel
çağrışımlarını askıya almalı.
Geçende Alain de Botton’un Bir duygu eğitimi kitabından
söz açacak olduğumda arkadaşlarım “Olmaz öyle şey, duygu eğitilmez!” yollu
itirazlarını yapıştırınca meramım kursağımda kaldı.
Tepki öyle güçlü, kendinden emin, yıllardır havalandırılmamış
bir Hint mutfağının kokusu kadar baskındı ki daha ağzımı açmadan yorgunluk
hissettim. Diyemedim:
Bir dakika, eğitimden SİZ ne anlıyorsunuz? Bir baktınız
mı, AdB nasıl yaklaşıyor? Eğitim, kafamızı ona ilişkin dolduran
koşullanmalardan başka ne anlam ifade edebilir? Yukarıdan aşağı olmak zorunda
mıdır? Eşitler arasında karşılıklı bir akış olarak tasavvur edilebilir mi? Öyle
bir eğitim bize neler kazandırır, nelere şifa olabilir?
Ama hayır! Yine saçmalıyorsun, o öyle olmaz, BÖYLE olur
yaftası en yapışkanından tutkalıyla ağzıma yapıştırıldı.
Ekledi, bu alayın başı çekeni:
“Yıllar önce uçak yolculuklarında bir iki kitabını
okumuştum, neydi hatırlamıyorum, hoşuma gitmemişti!”
E o zaman mesele yok diyorum şimdi, sen kutuna, ben
kutumun dışına.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder