18 Kasım 2023 Cumartesi

KAYGI

Alain de Botton’un sözünü ettiğim An Emotional Education kitabından:

Kaygı bir hastalık, zihin zafiyeti ya da her zaman tıbbi bir çözüm aramamızı gerektiren bir hata değildir. Büyük ölçüde, varoluşun hakiki tuhaflığı, dehşeti, belirsizlik ve riskliliğine verilen son derece makul ve duyarlı bir tepkidir.

Dayanağı sağlam dört nedenden ötürü kaygı bizim temel durumumuzdur. Öyledir çünkü son derece kolay incinir fiziksel varlıklar olup tümü de eninde sonunda kendilerine göre bir anda bizi feci bir şekilde yarı yolda bırakmadan önce zamanını kollayan hassas organların karmaşık bir ağıyız. Çünkü elimizde çoğu önemli kararımızı dayandıracağımız yetersiz bir bilgi var. Çünkü sahip olabildiğimizden çok daha fazlasını hayal edebiliyor ve kıskançlık ile huzursuzluğun sürekli olduğu medyatik toplumlarda yaşıyoruz. Çünkü diğerlerinin vahşi hayvanlar tarafından çiğnenip parçalanmasından geride kalan türün büyük kaygı güdücülerinden gelmeyiz. Çünkü bozkırın -banliyönün sükunetine taşıdığımız- dehşetlerini iliklerimizde yaşamaya devam ediyoruz. Çünkü kariyerlerimizin yönü ve finansal varlığımız dizginsiz bir ekonomik aygıtın iş bitirici, rekabetçi, yıkıcı ve rastgele işleyişi tarafından kurgulanmış. Çünkü özgüvenimiz ve rahatlığımız konusunda kontrol edemeyeceğimiz ve ihtiyaçlarıyla umutları hiçbir zaman bizimkilerle sürtüşmesiz bir uyum içinde olmayacak kişilere bel bağlıyoruz.

Büyük romanı Middlemarch’ta, kendinin derinlemesine farkında olan fakat acı verecek kadar kaygı da duyan 19. yüzyıl İngiliz yazarı George Eliot, gerçekten duyarlı, dünyaya açık ve her şeyin sonuçlarını hissediyor olsak olacakları tasavvur eder: “Sıradan insan hayatının tümüne dair keskin bir görüşümüz ve hissimiz olsa bu, otların bitişini ve sincabın kalp atışlarını hissetmek gibi olur, sessizliğin karşı tarafındaki bu uğultu bizi öldürürdü. Görünen o ki aramızda en kıvrak olanlar kalın kafalılıkla bir güzel sarmalanmış halde dolanıyor.”

Eliot’ın satırları bize kaygımızı daha cömertçe yorumlama olanağı sunuyor. Kaygımız, (şu anda) başa çıkamayacağımız kadar güçlü ama bu yüzden yanlış da olmayan bir netlikten doğuyor. Panik duyuyoruz çünkü uygarlığın cilasının ne kadar ince, başkalarının ne kadar esrarengiz, varoluşumuzun ne kadar da olmayacak bir şey, hayatlarımızdaki dönemeçlerin rastlantısal olduğunu, önemli görünen her şeyin er geç yok olacağını, kazaya ne kadar açık olduğumuzu hissediyoruz.

Kaygı basitçe, kendini henüz sanat ya da felsefeye dökememiş, yararlı bir kullanımını bulamadığımız bir içgörüdür.

Bu, vaziyete daha iyi ya da daha kötü yaklaşımlar olmadığı anlamına gelmiyor. Başlı başına en önemli adım, kabul etmek. Her şeyin üzerine bir de kaygı duyduğumuz için kaygılanmamızın hiçbir alemi yok. Yaşadığımız ruh hali, hayatlarımızın ters gittiğinin değil, sadece canlı olduğumuzun bir işareti. Bizi kaygıdan koruyacağını hayal ettiğimiz şeylerin peşinde koşarken de dikkatli olmalıyız. Onlara yönelelim elbette ama bunu sükunet hayallerinden başka nedenlerle ve biraz daha az asılıp biraz daha kuşkucu olarak yapalım. O eve, şu ilişkiye ve yeterli gelire sahip olduğumuzda da kaygı duymaya devam edeceğiz.

Her bakımdan kendimizi yalnızlığın ağırlığından esirgemeliyiz. Tek acı çeken biz değiliz. Herkes kendini bize söyleyebileceğinden daha kaygılı hissediyor. Zengin işadamı ile aşık çift bile acı çekiyor. Kaygının ne kadar da olağan halimiz olduğunu kendimize itiraf etmede topluca sınıfta kaldık.

Olabildiğince, kaygılarımıza gülmeyi öğrenmeliyiz. Kahkaha, şimdiye dek kendi içimizde yaşadığımız ızdırap, bir fıkrada iyi kotarılmış toplumsal bir ifade bulduğunda duyduğumuz rahatlamanın hayat dolu bir dışavurumudur. Acımızı bir başımıza çekmiş olabiliriz ama en azından aynı şekilde kıvranan, kırılmış ve her şeyden çok da kaygılı komşularımıza olabilecek en nazik tavırla “Biliyorum…” dercesine kollarımızı açabiliriz.

Kaygı daha fazla itibarı hak ediyor. Bir yoldan çıkma işareti değil, içgörü şaheseri o: Başıboş, belirsiz bir hayata gizemli katılımımızın meşru bir ifadesi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder