Alain de Botton’un sözünü ettiğim An Emotional
Education kitabından:
Kaygı bir hastalık, zihin zafiyeti ya da her zaman tıbbi
bir çözüm aramamızı gerektiren bir hata değildir. Büyük ölçüde, varoluşun
hakiki tuhaflığı, dehşeti, belirsizlik ve riskliliğine verilen son derece makul
ve duyarlı bir tepkidir.
Dayanağı sağlam dört nedenden ötürü kaygı bizim temel
durumumuzdur. Öyledir çünkü son derece kolay incinir fiziksel varlıklar olup tümü
de eninde sonunda kendilerine göre bir anda bizi feci bir şekilde yarı yolda
bırakmadan önce zamanını kollayan hassas organların karmaşık bir ağıyız. Çünkü elimizde
çoğu önemli kararımızı dayandıracağımız yetersiz bir bilgi var. Çünkü sahip
olabildiğimizden çok daha fazlasını hayal edebiliyor ve kıskançlık ile
huzursuzluğun sürekli olduğu medyatik toplumlarda yaşıyoruz. Çünkü diğerlerinin
vahşi hayvanlar tarafından çiğnenip parçalanmasından geride kalan türün büyük
kaygı güdücülerinden gelmeyiz. Çünkü bozkırın -banliyönün
sükunetine taşıdığımız- dehşetlerini iliklerimizde yaşamaya devam ediyoruz. Çünkü
kariyerlerimizin yönü ve finansal varlığımız dizginsiz bir ekonomik aygıtın iş
bitirici, rekabetçi, yıkıcı ve rastgele işleyişi tarafından kurgulanmış. Çünkü
özgüvenimiz ve rahatlığımız konusunda kontrol edemeyeceğimiz ve ihtiyaçlarıyla
umutları hiçbir zaman bizimkilerle sürtüşmesiz bir uyum içinde olmayacak
kişilere bel bağlıyoruz.
Büyük romanı Middlemarch’ta, kendinin
derinlemesine farkında olan fakat acı verecek kadar kaygı da duyan 19. yüzyıl
İngiliz yazarı George Eliot, gerçekten duyarlı, dünyaya açık ve her şeyin
sonuçlarını hissediyor olsak olacakları tasavvur eder: “Sıradan insan hayatının
tümüne dair keskin bir görüşümüz ve hissimiz olsa bu, otların bitişini ve
sincabın kalp atışlarını hissetmek gibi olur, sessizliğin karşı tarafındaki bu
uğultu bizi öldürürdü. Görünen o ki aramızda en kıvrak olanlar kalın
kafalılıkla bir güzel sarmalanmış halde dolanıyor.”
Eliot’ın satırları bize kaygımızı daha cömertçe yorumlama
olanağı sunuyor. Kaygımız, (şu anda) başa çıkamayacağımız kadar güçlü ama bu
yüzden yanlış da olmayan bir netlikten doğuyor. Panik duyuyoruz çünkü uygarlığın
cilasının ne kadar ince, başkalarının ne kadar esrarengiz, varoluşumuzun ne
kadar da olmayacak bir şey, hayatlarımızdaki dönemeçlerin rastlantısal olduğunu,
önemli görünen her şeyin er geç yok olacağını, kazaya ne kadar açık olduğumuzu hissediyoruz.
Kaygı basitçe, kendini henüz sanat ya da felsefeye
dökememiş, yararlı bir kullanımını bulamadığımız bir içgörüdür.
Bu, vaziyete daha iyi ya da daha kötü yaklaşımlar
olmadığı anlamına gelmiyor. Başlı başına en önemli adım, kabul etmek. Her şeyin
üzerine bir de kaygı duyduğumuz için kaygılanmamızın hiçbir alemi yok. Yaşadığımız ruh
hali, hayatlarımızın ters gittiğinin değil, sadece canlı olduğumuzun bir
işareti. Bizi kaygıdan koruyacağını hayal ettiğimiz şeylerin peşinde koşarken
de dikkatli olmalıyız. Onlara yönelelim elbette ama bunu sükunet hayallerinden
başka nedenlerle ve biraz daha az asılıp biraz daha kuşkucu olarak yapalım. O
eve, şu ilişkiye ve yeterli gelire sahip olduğumuzda da kaygı duymaya devam
edeceğiz.
Her bakımdan kendimizi yalnızlığın ağırlığından
esirgemeliyiz. Tek acı çeken biz değiliz. Herkes kendini bize söyleyebileceğinden
daha kaygılı hissediyor. Zengin işadamı ile aşık çift bile acı çekiyor.
Kaygının ne kadar da olağan halimiz olduğunu kendimize itiraf etmede topluca
sınıfta kaldık.
Olabildiğince, kaygılarımıza gülmeyi öğrenmeliyiz. Kahkaha,
şimdiye dek kendi içimizde yaşadığımız ızdırap, bir fıkrada iyi kotarılmış toplumsal
bir ifade bulduğunda duyduğumuz rahatlamanın hayat dolu bir dışavurumudur.
Acımızı bir başımıza çekmiş olabiliriz ama en azından aynı şekilde kıvranan, kırılmış
ve her şeyden çok da kaygılı komşularımıza olabilecek en nazik tavırla “Biliyorum…”
dercesine kollarımızı açabiliriz.
Kaygı daha fazla itibarı hak ediyor. Bir yoldan çıkma
işareti değil, içgörü şaheseri o: Başıboş, belirsiz bir hayata gizemli
katılımımızın meşru bir ifadesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder