Diana Nyad’ın Küba’dan Florida’ya yüzmesini anlatan film, bana tutku ile saplantı arasındaki ince çizgiyi düşündürdü. Elisabeth Chai Vasarelhy ve Jimmy Chin’in fazlasıyla Hollywood klişesi filmlerinin sunduğu kadarıyla Nyad’ınki ikincisi gibi görünüyor.
30’undaki yüzücünün 110 millik mesafeyi hiç durmadan
kulaçlarıyla kat etme düşü, denemesinin başarısızlığıyla rafa kalkar. 60’ına
gelen Nyad, sahneyi kendiyle doldurma eğilimiyle çokça yalnız ve amaçsız kalan
hayatında birdenbire bu eski düşü raftan indirip ısıtmaya, derken fokurdatmaya
koyulur, dört elle sarılır. Tek arkadaşını (almak ile vermenin dengeli değil,
iki ayrı parçaya bölündüğü tek yönlü bir arkadaşlıktır bu; biri alır, diğeri
verir) antrenörü olmaya ikna eder.
Saplantı ile tutkunun ortak bir özelliği olan hedefe odaklanmanın
getirdiği yoğunluk ile bu işte ona gereken insanları cezbeder, inandırır ve
ekibini kurar.
Filmin bundan sonrası tek boyutlu, çelişki ve gelgitleri
ayıklanmış, bütün derdi en sığ haliyle Amerikan rüyasının temel sloganının
içini doldurmak olan bir motivasyon mesajı olarak uzayıp gidiyor. Burada ara
başarısızlıklar, tehlikeler temel iddiayı güçlendirmekten başka şeye hizmet
etmeyen, bir avazda aşılıveren engelcikler. Sen yeter ki iste, gücün her şeye
yeter! Karakterlerin gelişimi (aksi navigatörün heyecan gözyaşları ve suskun eşlik
teknesi kaptanının sonunda ağzını açıp aynı renk bir heyecanla “Yaşasın!” diye
bağırması ile kalıyor bu da -antrenörü canlandıran Jodie Foster’ın derinleşen
bağımdaşlığını saymıyorum) klişeyi doruğa taşıyor. Kahramanımız 30 yıl içinde
5. denemesinde, 64 yaşında muradına eriyor. Key West’te 52 saatlik maratonun
ardından perperişan karaya çıktığında ilk sözü:
Düşlerinizden asla, asla vazgeçmeyin.
İyi de dedim, Küba’ya/Küba’dan yüzme düşü onun kendi rüyası
bile değilmiş ki. Adının Yunanca su perisi anlamına geldiğini, bunun onun
kaderi olduğu fikrini, romantik bir Küba fantezisiyle birlikte küçük kızın iliklerine
işleyen babasınınmış. Babası aniden terk edip gittiğinde yerine koyduğu yüzme
antrenörü de onun yüzücülüğünü allayıp pullarken diğer öğrencileri gibi Nyad’a
da tecavüz ederek travmaya travma katmış.
Erkek-kadın, kimsenin yapamadığını yapıp dünyanın en
ölümcül deniz canlılarının cirit attığı suları kafessiz kat etme, bu travmayı
geride bırakmanın yegane yolu olarak görünmeye başlamış.
Saplantı ile tutku, hedefe odaklanmanın yoğunluğu dışında
birbirlerinden yönelimleriyle ayrılıyor galiba. İlki geçmiş takıntılı, gelecek
kaygılı iken ikincisinin yaşam iradesi bu anda; canlı, taze. İyileştirici.
Belki hatta özgürleştirici. Saplantı ise insanın kendisini, etrafını ezip
geçen, gözleri, kulakları kendinden başka her şeye kapalı bir kör inat değil
mi? Travmaya çıkış yolu değil; etkisini geçiştirmeye, bir süreliğine
uyuşturmaya dönük.
30 yıl aradan sonra 110 mili 52 saatlik bir yüzmeyle 64 yaşında
kat ettim!
Bravo sana! E sonra? Başarı hissi, bastırılmaya çalışanı
örtme kabiliyeti geçicidir, başka nasıl olabilir ki? Tanrı uzun ömür versin ama
12 yaşından beri geçtiğini sanırken hep geri gelmiş bu ağır yaraya daha ne
kadar merhem olabilir?
*
Aynı konu tek boyutlu bir başarı yüceltmesinin ötesinde nasıl
anlatılırdı?
Gölgeye, can sıkıntısına, aksak ritimlere, zaman
sarkmalarına yer veren, tutku ya da saplantı, yaşam iradesinin müthiş bir ivme
kazanmasının karakterleri eksiltip çoğaltışına da bakan bir gözle?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder