Ev aralarının birkaç metreden ibaret olduğu tuhaf parselleşme burun buruna bir yaşam, o da gerilimlerden rahatsızlığa, tam bize göre komşuluklardan eğlenceli gözlemlere, felsefe idmanlarına pek çok şey getiriyor. Denizle aramdaki çatı, fiziksel olmasa da ilişki açısından mesafeli, saygılı bir komşuluk sunuyor. Gözlemden yana da pek hareketsiz kalmıyor.
Son sahiplerinin tadilatı üç yıl önce yapıla bozula,
yeniden yapıla neredeyse altı ay devam etti. Bitti -sorunlar çıktı, bitemedi.
Sonbaharda güneyden döndüğümde bacası, havalandırması ile özene bezene yapılan
açık mutfak yıkılmıştı. Aylarca öyle kaldıktan sonra birkaç hafta önce karşıma briketler
yığıldı. Ustalar ta ne vakit gelip yarısını cep telefonlarına harcadıkları uzun
mesailerden sonra taştan bir seki ile yıkık duvarın yerine yenisini ördüler. Bu
yeni düzende artık barbekü yoktu.
Nice zaman sonra bir gün, tadilatla eklenen aşağı terasa iki
kişinin kan ter içinde bir şey çektiklerini gördüm. Nihayet görüş alanına giren devasa
bir demir iskeletti. Bir gayret daha ve çatıya çıkardılar. (Bu ev, araç
yaklaşamayacak kadar diğerlerine bitişik olduğundan eşya-malzeme belli bir
mesafeden sırtta taşınıyor.) Ardından hafif panolar getirildi, iskelet bunlarla
kaplandığında çatıyı neredeyse dolduran 12 kişilik bir masanın altyapısı ortaya çıktı. Günler süren bir aradan daha sonra başka bir usta geldi. Yüzeyin
düzlüğünü ince ince ölçerek sabahtan akşama kadar panoları kat kat beton
(taklidi imiş) sıvadı. Sosyetede mermer ile seramiğin yerini bunun aldığını,
pek moda ve hayli pahalı olduğunu da ondan öğrendim. Bu zahmetli iş sabahtan
akşama değil, günlerce devam etti. Son tabakasına renk tercihine göre pigment
de katılıyormuş, şimdilik boğaza oturan o koskoca Konya şekerlerinin mat
beyazıyla güneşte gözümü alıyor.
Masa yüksek; konuklar bar taburelerine tüneyerek
kımıldanacak yer kalmayan çatıda denize yan bakacak. Bunun hevesi ne vakit
tükenecek, bilinmez ama cenazesini kaldıracakların beli beni şimdiden
kaygılandırıyor.
*
Masa uzun uzadıya sıvanadursun, bir vitrin olarak
tüketimin kimlik inşasındaki yerini az düşünmedim. Giydiklerin, takıp
takıştırdıkların, kullanıp sürdüklerin ile tanınmayı, tanımlanmayı.
Aynanın tükettiklerin olmasına geçerlik kazandırmak için
özdeşleşmenin kendi içinde başlaması gerek. Ben şöyleyim, ben böyleyim, ben
asla.. vs
“Gösteriş” ille göze sokmak zorunda da değil (“Prada
çantam olmadan çıkmam!”). Aksini kendine yediremediğin her tercih alışkanlığı
kendi bileklerine taktığın plastik bir kelepçe değil mi? Misal, davetli olduğun yere
içkini, aldığın yerin plastik torbası içinde götürmemek -tanrım, ne
görgüsüzlük! Neden? Neden nesneler işlevlerinden bağımsız birer anlam kazanmak,
bu anlam da iş “benim kimliğim/imgem” olduğunda ağırlaşan bir hakimiyet edinmek
zorunda?
Bu safrayı atıp şeyleri somut işe yararlıklarını
gözeterek kullanmak beni dipsiz bir tüketim zorlanımından özgürleştirmez mi?
Cartier yerine sıradan bir saat, şişeyi taşıyacaksa
Migros torbası, yükte ve pahada eşek (-leştirilen insan) yükü bir masa yerine
plastik/tahta, yer tutmayan bir şey neden olmasın?
Bunlar benim imajımı ne kadar zedeler?
İmajım zedelense ne olur?
Belli bir çevrede (ya da kendi gözümde) yeterliğim,
yerindeliğim bunlarla ölçülüp sınıfta kalsa?
Neremden eksilirim?
Güzel ve hoş lüks olmak zorunda da değil. Gözü okşayana
yalın, esprili, işlevsel şeyler, fikirlerle de ulaşabilirim.
İçkimi Migros torbasında sunmanın ona yüklenen dışında
hiçbir anlamı olmadığına uyanmak ise benim bu tüketim ve imgeler aleminden
bağımsızlık ilanım olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder