1 Mayıs 2023 Pazartesi

BİR MASA SEYRİ

Ev aralarının birkaç metreden ibaret olduğu tuhaf parselleşme burun buruna bir yaşam, o da gerilimlerden rahatsızlığa, tam bize göre komşuluklardan eğlenceli gözlemlere, felsefe idmanlarına pek çok şey getiriyor. Denizle aramdaki çatı, fiziksel olmasa da ilişki açısından mesafeli, saygılı bir komşuluk sunuyor. Gözlemden yana da pek hareketsiz kalmıyor.

Son sahiplerinin tadilatı üç yıl önce yapıla bozula, yeniden yapıla neredeyse altı ay devam etti. Bitti -sorunlar çıktı, bitemedi. Sonbaharda güneyden döndüğümde bacası, havalandırması ile özene bezene yapılan açık mutfak yıkılmıştı. Aylarca öyle kaldıktan sonra birkaç hafta önce karşıma briketler yığıldı. Ustalar ta ne vakit gelip yarısını cep telefonlarına harcadıkları uzun mesailerden sonra taştan bir seki ile yıkık duvarın yerine yenisini ördüler. Bu yeni düzende artık barbekü yoktu.

Nice zaman sonra bir gün, tadilatla eklenen aşağı terasa iki kişinin kan ter içinde bir şey çektiklerini gördüm. Nihayet görüş alanına giren devasa bir demir iskeletti. Bir gayret daha ve çatıya çıkardılar. (Bu ev, araç yaklaşamayacak kadar diğerlerine bitişik olduğundan eşya-malzeme belli bir mesafeden sırtta taşınıyor.) Ardından hafif panolar getirildi, iskelet bunlarla kaplandığında çatıyı neredeyse dolduran 12 kişilik bir masanın altyapısı ortaya çıktı. Günler süren bir aradan daha sonra başka bir usta geldi. Yüzeyin düzlüğünü ince ince ölçerek sabahtan akşama kadar panoları kat kat beton (taklidi imiş) sıvadı. Sosyetede mermer ile seramiğin yerini bunun aldığını, pek moda ve hayli pahalı olduğunu da ondan öğrendim. Bu zahmetli iş sabahtan akşama değil, günlerce devam etti. Son tabakasına renk tercihine göre pigment de katılıyormuş, şimdilik boğaza oturan o koskoca Konya şekerlerinin mat beyazıyla güneşte gözümü alıyor.

Masa yüksek; konuklar bar taburelerine tüneyerek kımıldanacak yer kalmayan çatıda denize yan bakacak. Bunun hevesi ne vakit tükenecek, bilinmez ama cenazesini kaldıracakların beli beni şimdiden kaygılandırıyor.

*

Masa uzun uzadıya sıvanadursun, bir vitrin olarak tüketimin kimlik inşasındaki yerini az düşünmedim. Giydiklerin, takıp takıştırdıkların, kullanıp sürdüklerin ile tanınmayı, tanımlanmayı.

Aynanın tükettiklerin olmasına geçerlik kazandırmak için özdeşleşmenin kendi içinde başlaması gerek. Ben şöyleyim, ben böyleyim, ben asla.. vs

“Gösteriş” ille göze sokmak zorunda da değil (“Prada çantam olmadan çıkmam!”). Aksini kendine yediremediğin her tercih alışkanlığı kendi bileklerine taktığın plastik bir kelepçe değil mi? Misal, davetli olduğun yere içkini, aldığın yerin plastik torbası içinde götürmemek -tanrım, ne görgüsüzlük! Neden? Neden nesneler işlevlerinden bağımsız birer anlam kazanmak, bu anlam da iş “benim kimliğim/imgem” olduğunda ağırlaşan bir hakimiyet edinmek zorunda?

Bu safrayı atıp şeyleri somut işe yararlıklarını gözeterek kullanmak beni dipsiz bir tüketim zorlanımından özgürleştirmez mi?

Cartier yerine sıradan bir saat, şişeyi taşıyacaksa Migros torbası, yükte ve pahada eşek (-leştirilen insan) yükü bir masa yerine plastik/tahta, yer tutmayan bir şey neden olmasın?

Bunlar benim imajımı ne kadar zedeler?

İmajım zedelense ne olur?

Belli bir çevrede (ya da kendi gözümde) yeterliğim, yerindeliğim bunlarla ölçülüp sınıfta kalsa?

Neremden eksilirim?

Güzel ve hoş lüks olmak zorunda da değil. Gözü okşayana yalın, esprili, işlevsel şeyler, fikirlerle de ulaşabilirim.

İçkimi Migros torbasında sunmanın ona yüklenen dışında hiçbir anlamı olmadığına uyanmak ise benim bu tüketim ve imgeler aleminden bağımsızlık ilanım olur.



Gazoz kapakları ve renkli kumaşlardan yapılma bir Uganda nihalesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder