Hiçbir yere varmayacağı garanti yaklaşımlardan, soru olmayan sorulardan biri:
Nasıl hâlâ buna/bunlara oy verebiliyorlar?!
Ve gerçek bir soru olmayan soruya sıralanan cevap olmayan
cevaplar:
Cehalet
Kandırılmışlık
Sosyal yardım
rüşveti
Kötü niyet
Çıkarlar
Bunlardan bana istenirse en işlenebilir geleni: Çıkarlar.
Ama onun en geniş tutulanı. Sadece maddi değil, kimlik ve toplum içinde bir yer
yatırımı olarak da görülenler. Ve elbette alışkanlıklar ile psikolojik
rahatlığa da hizmet edenler.
Tepemi attıran, politik olarak tam karşımda yer alanlar
olabilir. İki tarafın da kendi çıkarlarını gözetmekte birleştiğini görmek iyi
bir başlangıç noktası.
İnsanlık halinden yaklaştığımızda aramızda uçurum mu var,
daha ziyade yazı ve tura mıyız?
*
Kalıp düşünceleri sıralamaktansa davranışları anlamada
çok işlevsel bir noktaya geçenlerde Bekir Ağırdır işaret etti:
Şikayet ve vazgeçmek aynı şey değildir, dedi. Eşimizden,
arkadaşlarımızdan, koşullardan veya oy verdiğimiz siyasi partiden hoşnutsuz,
hayal kırıklığına uğramış olabiliriz ama bu bizim boşanacağımız, ilişkimizi
keseceğimiz, başka bir partiye yöneleceğimiz anlamına gelmez.
*
Bir arkadaşım, yakasındaki Atatürk ve imzası
rozetlerinden “badem bıyıklıların” nasıl huylandığını, çoğunlukta olmalarının
onu kendi tercihlerinden tedirgin olmaya ittiğini anlatırken çay sohbetimizin
tadını kaçırmamak için düşündüğümü kendime sakladım:
İktidardayken aynını biz onlara yaşatmadık mı?
Ama doğru, haklı olan biziz diyorsak onlar da aynına
inanmıyor mu?
Derken Erich Fromm’da (Über die Liebe zum Leben –
Yaşam sevgisi üzerine) şu pasaja rastladım:
İnsanın ne düşündüğü nispeten önemsizdir. Büyük ölçüde rastlantısaldır ve
ne tür sloganlara kulak verdiğine, gelenek ve toplumsal bakımdan hangi partiye
mensup olduğuna, hangi ideolojilerin ona eriştiğine bağlıdır. Bundan ötürü de kişi
aşağı yukarı başkaları gibi düşünür. Bu, insanın uyum ve bağımlılık eğilimin
bir işaretidir. Buna görüş diyoruz. Kişi görüşünü kolayca değiştirebilir. Bir
görüş ancak koşullar aynı kaldığı sürece geçerlidir. Arada şunu da belirteyim; bu,
sadece görüşlerin sorulduğu bütün anketler için de büyük bir dezavantajdır. Bu
anketlerin özü gereği şunu soramazsınız: Yarın sabah uyandığınızda koşullar
bambaşka olsa ne yapardınız? Siyasi olarak söz konusu olan, öncelikle insanın
ne düşündüğü değildir. Önemli olan nasıl yaşadığı ve davrandığıdır. Nasıl
yaşayıp davrandığı da karakter yapısına bağlıdır. Soru bu şekilde sorulduğunda
başka bir kavrama geliriz: İnanç (Überzeugung). İnanç, kökleri insanın
kafasında değil, karakterinde olan bir fikirdir (Meinung).
Fikir/görüş çoğunlukla kişinin işittiklerinden kaynaklanırken inanç insanın
ne olduğundan kaynaklanır. İnsanlar ancak terörist sisteme karşı bir inançları
varsa ona direnecektir, fikir sahibi olmakla kaldıklarında değil. Bu şu anlama
da geliyor: İnsanlar ancak anti otoriter bir karakterleri varsa direnecek,
karşı çıkacak, aynı safta yer almayacaktır.
Esasen Marksizmin vurguladığı bir kavram daha var; siyasetin ekonomi ve
sınıf çıkarlarının bir ifadesi olduğu. Marksistler bunu siyasetin amaç odaklı
karakterinin tersi olarak vurguluyor, sanıyorum genelde haklılar da. Ama bu
Marksist anlayışta da bir şey eksik kalıyor: Burada her şey ekonomik-toplumsal
saikler etrafında değil, bunlar tarafından harekete geçirilseler de kişinin
içsel imkanları, tutku duydukları, hedefleri etrafında dönüyor. Onlar da
“insanlık durumuna,” insanın varoluş koşullarına derinlemesine kök salmış
halde. İnsanların neden şu veya bu şekilde davrandığını anlamak istiyorsak, her
iki faktörü -ekonomik ve insana özgü tutkular- yakından tanımak zorunda
olduğumuzu düşünüyorum. Bu iki faktör, “toplumsal karakterin” ayrılmaz bir
parçasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder