Harici kılığıma bürünüyor, kartlarımı,
dışardayken sadece acil durumda dokunacağım telefonumu eski püskü korona
çantama atıyor, bulutlu havada kafama siperlikli bandanamı, ellerime mor lateks
eldivenleri geçiriyorum. Bir de kara güneş gözlüklerini taksam tebdili
kıyafetim tamamlanacak.
Merdivenin başında zihnimden her şeyi boşaltıp
anahtar uyarısını çalıştırıyorum. Bütün dikkatin anahtarı kilitten çıkarıp
yanına almada olsun. Yoksa hele bu zamanda kilit patlatmak, yenisini yaptırmak
iyice dert olur. Korunma prosedürleri, koronadan önce başlayan, sonra da
sürecek bu protokole eklenince evden çıkmak iyice törensel bir hale geldi.
Anahtarı farkına (neredeyse tadına) vara vara
cebime atıp kapıyı arkamdan kapıyor, sağa sola hızlı bir bakış atıp arabaya
biniyorum. Ucuz bir yapımda gizli göreve çıkan ajan rolündeyim.
Ya da rolünün üzerine yapıştığı bir paranoya
vakası? Düşmanı olmadığı yerlerde de var saymak olarak tanımı genişletilmiş bir
paranoyanın mağduru?
Virüsün yayılımı nükleer sızıntı gibi.
Görünmez, belki bilinir belki bilinmez. Bektaşi’nin dediği gibi “Sen ona yok
diyeceksin de dilin varmıyor” desen, tam o da değil.
Karanlık tünelde kara kedinin gölgesini aramak.
Şaşı bir paranoya, evet. Aynı anda öyle ve öyle
değil.
Kendinden başlayarak herkes, her şey kuşkulu.
Böylece görünmez çitlerin üzerinden atlar, görünmez hendeklerin çevresinden
dolanır, görünmez engereklerden sakınır gibi hareket ediyorsun.
*
Aradıklarımın hepsini bir arada bulmak için
Yalıkavak’taki büyük Migros’a giderken gözüm geçtiğim arabaların plakalarında
(çoğu 48, epey bir kısmı 34). Çoğalan arabalara bir kendine hak bilme hissiyle
bir yandan içerliyor, bir yandan kendimi gözlemliyorum.
“Neden durdukları yerde kalmıyorlar ki?! Burayı
da batıracaklar!”
“Sen de dışardan gelmedin mi?”
“Evet ama salgından kaç ay önce!”
“Bu, hikayeyi senin kendine göre anlatışın.
Doğma büyüme buralılar açısından dışardan şimdi gelenlerden hiçbir farkın yok.”
*
Egoyu, kurgusunu ayakta tutmak için
kıvırtışını, kıvranışını yapacağını yapmaya bırakarak seyretmek, arada bir iki
soru sormak çok aydınlatıcı olabiliyor.
*
Raflar arasında dolanırken nefesimi mi
tutuyorum?
Hiç olmadık kültürler, topluluklar, insanlar bu
deneyimin ardından en az bir süreliğine püritenlere dönüşür mü?
Obsesif kompülsif davranış organ hasarı misali
ne oranda kalıcı olur?
Gölgesini aradığım kara kedinin enseme patisini
çakıverdiği duygusuna kapılıyorum birden.
Soruları, cevapları bırakıp benzin istasyonuna
sapıyorum. Depoyu doldurayım, ne zaman gerekeceği belli olmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder