Bu ülkeyle nasıl ilişkileneceğimi bilemiyorum. Nice
zamandır kulpsuz, kaldıraçsız bir müşkül. Bir yüzü sivri, pürüzlü, bir başkası
vıcık vıcık kaygan. Kendime bir ruhsal hayatta kalma nişi yaratmak, uzaklaşmak
ile yıpratıcı etkisinin derinliklerine yuvarlanmak arasında gidip geliyorum. Ne
resmi anlatılarda, kitle heyecanlarında ne de bunlara tepkilerde bir yankı
buluyorum ama yabancılığım da beni ağır duygu tonuna bağışık kılmıyor.
Soruyorum, sorguluyorum. Aidiyetin oluşumunu, temelinde
yatan varsayımları, bu dansın neresinde olduğumu. Ama kurgulara inançtan
yoksunsan aidiyetin ilk ayağını kaçırmışsın demek.
Başka bir yoldan, ayrılıkları bir kalemde geçen gönül
bağından vuruyorum. Galiba en çok da o zaman yol alıyorum. Ta ki derin
koşullanmalar bir kez daha yüzeye çıkıp beni yeniden yabancılığın uzak bir
köşesine atana dek. O köşede bazen doyumluyum (evet, insan mutlu olmadan da
tatmin duyabiliyormuş) bazen ezik büzük.
Şerif Mardin’in makalelerinden derlenen Türk Modernleşmesini bitirdim. Psikolojik
olarak oturtamadığım çerçeveye sosyolojik bir perspektif getirme arayışı.
50’lerden 80’lere yayılan bir dilimde yazılmış bu
makalelerde rastladığım en çarpıcı saptama şu oldu:
"Türkiye, kelimenin mutad anlamıyla
gelişmekte olan bir ülke değildir; o, birkaç asırdır bünyesinin özelliklerini
sürdüren bir devlettir. Sonuç olarak, siyasi kültürü tarih içinde oldukça gerilere
giden ögeleri şekillendirmiştir." (1966 tarihli Türkiye'de Muhalefet ve Kontrol’den)
Yok hayır, “yani eski hamam eski tas mı?”
biçiminde bayağılaştırılacak şey değil bu. Bundan ne kadar söz edebilirsek, “yapısal”
bir ayrıma işaret ediyor. Başka bir deyişle belki de şu ya da bu bıyığı takmaya
çabaladıkça hüsranın, iktidarsız öfkelerin gazabına uğradığımız hala’ya.
Ne yani, vaz mı geçelim sorusuna bir
cevabım yok. Bireyin, kitlelerin, öngörülebilirliği çok kısıtlı toplumsal
değişimlerdeki rolünün ona atfedilen/vehmedilen olmadığı, sanılandan büyük ya
da küçük olabilse de asıl dolaylı olduğu izlenimim sürüyor.
Düşüncemin kefeleri eylem ile
eylemsizlik, benimsemek ile uzaklaşmak arasında salına dursun, ilişkilenme
meselemin bireysel bir iş olmadığı, ilişkilenebileceğim bir ilişkiler ağının,
toplumsal dokunun nasıl kırpılıp törpülendiği makaleleri okurken biraz daha
açıklık kazandı.
Birkaç alıntı:
İstikbalimizdeki
Kütle Problemleri Hakkında, 1957: “..şu gelişmeler de akla
gelmektedir: Fertlerin, ‘büyük sayıların’ davranışının esirleri haline
gelmeleri dolayısıyla ferdiyetlerini kaybetmeleri, şahısları zaten
‘konformizme’ sürükleyen cemiyetimizde orijinal düşünce ve hareket tarzının
daha da nadir bulunan bir matah haline gelmesi. Memleketimizde yeni yeni
yerleşmeye başlayan nisbî siyasî mes’uliyet duygusunun yerine eskisinden daha
da tehlikeli bir ‘neme lazımcılığın’ yerleşmesi, kütle sloganlarının her sahada
salim düşüncenin yerini alması.”
*
Politikanın İnanç Muhtevası, 1954:
“Bize has olan unsur şudur ki, bütün bu tezahürlere rağmen hükümetin ‘istibdat’
politikasını tenkit eden diğer partilerin iktidara geçtikleri anda ayni
hareketlerde bulunmayacakları hiçbir surette temin edilemez.”
“İnsan haklarının daha incelmiş ve
tekamül etmiş bir şekli olan siyasî ve sosyal nezaketin mevcut olmadığı bir
cemiyette ne gibi ihtilafların zuhur ettiğini tekrar etmeye ihtiyaç yoktur.
Bunun bariz misallerini her gün görmekteyiz.”
“Anayasa mahkemesi ancak ciddiye alınan
bir anayasa ile kabili teliftir, anayasanın ciddiye alınması ise bu vesikanın
bazı ezelî hakikatlara dayandığı inancından doğar. (…) Türkiye’de aynı esaslar
(Amerikan) içinde bir anayasa mahkemesi tasavvur edemeyiz, zira anayasanın
tefsirini yapacak olan hâkimler insanın insan olarak kudsiyetine inanmak ve bu
inançlarında tamamiyle değişik gelenekler içinde yetişmiş bir Millet Meclisi
ile çarpışmak mecburiyetinde kalacaklardır. Dikkat edilirse burada mevzubahis
olan şu veya bu parti değil, hangi parti iktidarda olursa olsun Millet
Meclisi’nin kendisidir. Bu bakımdan bugün Türkiye’de bir anayasa mahkemesinden
bahsetmek mevcut ihtilafları artırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Umumiyetle insan hakları fikri memleketimizde cemiyetin kök salmış bir itikadı
olarak yerleşmedikçe teşriî mekanizmadan çok daha iyi bir şekilde çalışmasını
istemek hayalperestliktir. Klan ve devlet fikrinin bu kadar uzun bir süre
boyunca hakim olduğu bir cemiyette elbette ki bu, kolay bir iş olmayacaktır.
Derin bir inanç temelinden hareket etmediğimiz halde kanuna ve anayasaya bugün
bile gösterilen hürmet şayanı takdirdir. Bu meseleye memleketimizin halihazırda
aldığı istikamet bakımından bakarsak bazı tahminlerde bulunmak da mümkündür.
Modern Türkiye’de büyük bir gayret sarfedilerek ihdas edilen devlet nizamının
kuvvetini ilelebet politik mürebbiye vazifesini gören bir tip seçkin önderden
alacağı tasavvur edilemez. Cumhuriyetin ve modern Türkiye’nin temellerini atan
aydınların bilhassa bu bakımdan istisnai bir aydın tipi olduklarını unutmamak
lazımdır. Demokratik idare şekli geliştikçe ve geniş kütlelerin memleketteki
tesiri arttıkça, geniş kütleler tarafından bugün taşrada tatbik edilen kıymet
ölçüleri yalnız taşra cemiyetinde değil devlet mekanizmasında ve bilhassa
teşrii organda da kendini gösterecektir. Bu bakımdan önümüzdeki yıllarda eski
‘elite’ ile yeni ‘elite’ arasında, şehir aydınları ile memlekette hakikaten
benimsenmiş olan kıymetlerin tatbikine kalkacak olan geniş kütlelerin
temsilcileri arasındaki ihtilâfların artacağı muhtemeldir. Memleketimizde halen
mevcut fikir ve kıymet buhranının politik ehemmiyeti işte bu noktada
toplanmaktadır.”
*
(Bu arada Şerif Mardin bile kitle ile
kütle’yi birbirine karıştırmış.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder