Aynı şeylere hep aynı tepkileri vermekten miden bulanır
olduğunda durup olana bakmanın vakti demek.
Nesneleriyle (kişiler, memleket, dünya, kendin) hiç
oyalanmadan tepkilerinin oluşumuna, işleyişine eğilmenin. Asıl kıyamet orada
kopuyor, nesneleri ateşleyici olabilir ama cehennemin fokur fokur kaynadığı yer
burası. Kendi içim.
Cevap vermeden seyrettiğimde tepkilerin nasıl çalıştığı
belirginleşiyor.
Yenimi, eteğimi, elimi kolumu çekiştiren küçük (ama ne
zorlu, zorba) iblisler gibiler. Kibrimin, hayallerimin, arzuladıklarımın,
benim-benim-benim incitildiğim, engellendiğim, saldırıya, hakarete uğradığım,
ayaklar altına alındığım vehimleriyle sırtımdan olmadık yönlere itiyor, içimi
karartıp zehirliyor, zehir de saçtırıyorlar.
Serinkanlı bir açıklıkla düşünmenin, algılamanın yerini
alıyor, bakışımı sığ, zorlayıcı bir kendini savunma açısına, sonsuz bir tekrara
daraltıyorlar.
İş kendini (kendi memleket-dünya, şu bu tasavvurların elbette
dahil olmak üzere) savunmaya gelince de akan sular duruyor, sonra da buz
kesiyor. Kendini savunma daima meşrudur. Bunun kendisinin ne kadar –gizli ya da
açık- şiddet, saldırganlık barındırdığına bakılmaz. (Hiçbir yerde savaş
bakanlığı yoktur değil mi, savunma bakanlıkları ise bütçelerin en iri
dilimlerini yer.)
Ellerinde oyuncak olmaktan geri çekilip sadece seyrettiğimde,
ötemi berimi çekiştiren tepkilerin, güçlü hislerin, hep aynı ağırlıkla
bedenimin aynı yerlerine (ensem, boynum, soluk borum, karın boşluğu) çöken
yoğun izlenimlerin ben (bu artık her
kim, ne ise) olmadığı netleşiyor.
Durup durup düştüğüm tuzak, bir tepki parladığında,
incindiğim, öfkelendiğim, çürük dişime dokunulmuş gibi bir kamaşmayla allak
bullak edici bir antipati duyduğumda onu gelip geçmeye bırakacağıma sahiplenip
arkasında durmak, kendim/kendimden bilmek. Oysa bu, tabanının aniden
karıncalanması, sıcak basması, kabız ya da ishal olmaktan farksız; bünyenin, koşulların,
koşullanmaların rastgele ama öngörülebilir bir sonucu. İshal olduğumda bunu bir
kendilik sorunu, nefsi müdafa haline getiriyor, kat kat öykülerle sarıp
sarmalıyor, meşru görüp göstermeye çalışıyor muyum? Hayır. Gereğini yapıp
sifonu çekiyor, heladan çıkıyorum.
Ama iş zihinsel, duygusal karıncalanmalar,
heyheylenmeler, ezilip büzülmelere gelince değişiyor. Geçip gitmeye bırakmak
bir yana, tutundukça pekleştiriyorum.
Cılk yara bir tene çuval kumaşından dar bir gömlek
geçirmek gibi oluyor yaşamak.
Sonunda dayanılmaz hale gelen mide bulantısıyla bir kez
daha silkinip olup bitene, bunlarla neler yaptığıma, nelerin olmasına geçit
verdiğime bakıyorum.
O vakit su, donmuş yüzeyin altında yeniden kımıldamaya,
yürümeye başlıyor.
Ben tepkilerim değilim. Onların düdüğünü öttürmek,
dediklerini yapmak, yönlendirdikleri gibi düşünmek, hissetmek, ittikleri
darlığa, körlüğe, sağırlığa gelmek zorunda da değilim.
Olur, oluşurlar, duyar, hissederim. Ama dünyaya bunların
arkasından bakmaz, adımımı bunlar doğrultusunda atmazsam işte ancak o zaman
özgürleşmeye yaklaşabilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder