Bu sefer, nasılsa işe yaramıyor deyip ısrarla
reddettikleri aleti kullandılar. Biri kulaklığı başına geçirdi, diğeri bunun
ucundaki mikrofona konuştu. Bağrışıp helak olmadan, söyledikleri de fazla fire
vermeden hoş bir sohbet ettiler epey.
Kulakları iyice ağırlaşmış iki kardeş.
“Dünyayla bir ilişkimiz kalmadı. Konuşmak artık
çocukluğumuzu anmak. O da olmayınca insan..”
Savaş, yokluk, kalabalık bir ailenin hayhuyu arasında
geçmiş çocuklukları şimdi buradan baktıklarında sonu gelmeyen bir altın madeni.
Araya uzayan zamanın güvenli mesafesi girmiş, geriye acısı silinen çatışmaların,
sürtüşmelerin bile sadece tadı, rengi kalmış. Geçmişi anmakla kalmıyorlar, derinliği,
sıcaklığı, burleske çevirdikleri trajedisi ile yeniden yaşıyorlar. Katarakt
ameliyatlarıyla mercekleri değiştirilen gözlerinde 7, 9, 12 yaşın muzip
parıltıları, gülmekten gelen gözyaşlarıyla.
Yüzü ışıl ışıl, babam bana döndü. “Biliyor musun, bir
keresinde..”
İki kardeş Çukurova’nın kavurucu sıcağından kaçıp trene
atlamışlar. Toroslarda Karapınar’da inmişler. Yanlarında azıklarıyla kitapları,
epey yürüyüp Çakıl Suyu kenarında oturmuşlar. Okumuşlar.
“Ernest Renan’dı.”
Babam üniversitede, amcam ortaokulda.
“Abim anlamadıklarımı açıyordu. Okumayı bana o aşıladı.
Dedenin evinde hala durur, 60-70 kitaplık iki rafı benim dünyaya açılan kapım
oldu.”
Serinlemiş, rahatlamış, akşama doğru yola inip bir
kamyona, sonra bir başkasına atlayıp köy yakınlarına bir yere geri dönmüşler.
Ayrılırlarken küçük kardeşi, toprağı anılarla çapalanıp havalandırılmış,
canlanmış bir şükranla babamı sımsıkı kucakladı.
“Bugün ben ben isem sendendir.”
İçimden ona katıldım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder