İlkokuldayken de böyle olmuştu. Sınıfın dört işleme
geçtiği yıl yoktum. Duvar örülürken eksik kalan bu tuğla, hayat boyu matematik
korkusu olarak kendini hissettirdi.
Şimdi müzikte başa dönüp ritim duygumu toparlamaya
bakıyorum. Yol aldıkça, çaldıklarım dallanıp budaklanıp bana gerekenler
belirginleştikçe yaklaşık bir şeylerle idare edemez oldum. Parçaları anlamlı,
ruhlu, vurguları belirgin, güvenli cümleler halinde çalabilmekte ritim esas.
İskelet melodiyse o da belki kaslara karşılık geliyor. (Bir müzisyen, bu ikisinin
elbette temel olmakla birlikte ritmin aksamasının, özellikle başkalarıyla
birlikte çalarken, parçayı oracıkta öldürdüğünü, yanlış nota çalmanın ise ritim
doğru olduğu sürece telafi edilebileceğini söylemişti.)
Belediyelerin kaldırım çalışmalarına benzedi,
farkındayım. Baştan ve esaslı bir inşaattansa kervanı yolda düzme anlayışı
geldi, kaçınılmazca duvara tosladı. İlk birkaç ders hariç kendi başıma
öğrenmenin firesi deyip bir hoca aramaya koyuldum.
Çok da iyi biriyle karşılaştım. Ortaokuldan beri bu işin
mektebinden, profesyonel bir müzisyen ve öğretmen. Ocağı yakacak ve kazanda
durup duran un, şeker vs’yi karıştıracak mükemmel bir kaşıklık edecek, Sercan
hoca.
Ne istediğimi söylediğimde duraksadı. Ritim, edinilmiş
olacağı baştan varsayılan bir konu olduğundan bana yardımcı olabileceğinden
kuşku duydu. Ama sanıyorum ilk derste derdimi anladı: Yanlış kaynamış kemikleri
kırıp yeniden sarmamız gerektiğini.
Ritim ilginç şey. Kaydığında, uzatma ve inceltme
işaretlerini karıştıran, uzun okunacak yeri kısa –ve tersi- telaffuz eden
şiveli birinin konuşmasını andırıyor. Ya da kulaklıklardan yüksek sesle bir
şeyler dinletilirken insanın bir melodiyi söylemeye çalışmasına veya sarhoş
şarkılarına dönüyor.
Bu, beynimin “bir an önce!” dürtüsüyle birleştiğinde,
parçanın, bütün yününün tek bir dilimine yığıldığı yorgana benzeyen içeriğiyle yanlış
bir şey ortaya çıkıyor. Çaldığım şey, koştur koştur, sersemletici ve sarsak bir
hızla sona eriveriyor. (Hep vaktinden önce saparak kaybolurum.)
Sercan hocanın beynimde yer etmeye bıraktığım sakin,
sabırlı, bir seferde tek bir şeye odaklanan tavrı, beni durup yaptığıma ve
önümdekine dikkatle bakmaya, kulak kesilmeye yöneltti ki gereken, kendi kendime
yapmadığım tam da buydu.
Kemikleri teker teker kıracağız. Zorluklar karşısında işi
gargaraya getirmek gibi güçlü bir kültürel eğilimle de pekişmiş kötü alışkanlığı
kenara iteceğiz. İskeleti baştan ve doğru dürüst inşa etmek için kolları
sıvayacağız.
Metronomla ebruli ilişkime de dönüştürmek üzere geri
dönmek demek bu. Brüksel lahanasıyla ilişkin gibi. Evet, bilirsin yararlıdır
ama ne de tatsız, yavan.
Hızı dakikada 55 vuruşa kadar düşürerek başladım. Bir
fotografı grenlerine varıncaya kadar büyütmenin dengi. Nerede takılıyorsun,
nasıl takılıyorsun, farkına varmak ve yerine doğru hareketleri koyabilmek için
alabildiğine yavaşlamak zorundasın. O da işin yalnızca mekaniğini ortaya
sermiyor, bilişsel yanını da büyüterek burnunun dibine getiriyor.
Yeknesaklıktan sıkıntıyı çabuk geçip baltayı daha temel
bir şeye vurdum.
Metronom her şeyden önce kulak verme terbiyesi; kulak
vermediğimi fark ettim. Sarsıcı.
Babamın karşısındakinin söylediğini ağır işitenlere özgü bir
biçimde uydurarak “anlaması,” sabrımı sıklıkla zorlayan bir şey. Yahu dur,
benim dediğim ne, sen ne anlıyorsun?! İşte dili olsa metronomun bana
söyleyeceği de o. İmiş.
Dinle. Dinle. Duy. İşit.
Demek çalmaktan da öncesinden başlamamız gerekiyormuş.
Şimdi çeşitli terbiye yolları deniyorum. Ellerini kucağına koy, kulağını ve
metronomu aç, dinle. Çeyrek,
sekizlik, on altılık vs notalarla 2/4, 3/4, 3/8, 6/8 vs vuruşlara çeşitli
hızlarda sadece kulak ver. Telaşla
yola atılıp oraya buraya saparak kaybolup duran yanını kaybolduğu yerde bırak, “hadi,
şimdi, çabuk!” dürtülerinden özgürleşmeye, an’a, tek tek notalara hak ettikleri
vurgu ve zamanı vermeye bak.
Sonra, tut ki bunlar tek tek notalar değil, irili ufaklı
karşılaşmalarda rastladığın bireyler, olaylar, hayat; duymak duymaktır, bu terbiyeden, karşına çıkana kulak kesilmede de feyzal.
Metronom tıklayadursun, bir şey öğrenirken onu bambaşka,
görünürde ilgisiz alanlara da yansıtma alışkanlığıyla (bir şey öğren, üç şey
edin gibi bir kampanya bu) heyecan verici yeni bir yol işte.