27 Şubat 2018 Salı

DİŞİMDEKİ MAYDANOZ


Beni olduğum gibi kabul etmiyor diye birine içerlemek, içerlediğimi kendim yapmak olmuyor mu?

*
İki arkadaşımla birini çekiştiriyorduk.

Dedikodunun bağ pekiştirici olduğunu gösteren araştırmalar yapılmış. Birine karşı birileriyle aynı kanıda olmanın rahatlatıcı, doyurucu, dahasına iştah açıcı bir yanı var, varsın bedeli lime lime edilen üçüncü bir kişi olsun. Kendini ve bu sofraya birlikte oturduklarını en doğrusunu, iyisini, güzelini bilir göstermesi de cabası.

Halimiz mi birden sinirime dokundu bilmem, durdum, sordum:

“Dedikodusunu yaptığınız kendiniz olsa neler derdiniz?”

Arkadaşlarımdan biri sinirlendi, “Ne saçma soru şimdi bu!” deyip başını çevirdi.

Diğeri ilgilendi. Düşündü.

“Ne zor bir şey sordun.”

26 Şubat 2018 Pazartesi

TEPKİLER TEPKİLER


Aynı şeylere hep aynı tepkileri vermekten miden bulanır olduğunda durup olana bakmanın vakti demek.

Nesneleriyle (kişiler, memleket, dünya, kendin) hiç oyalanmadan tepkilerinin oluşumuna, işleyişine eğilmenin. Asıl kıyamet orada kopuyor, nesneleri ateşleyici olabilir ama cehennemin fokur fokur kaynadığı yer burası. Kendi içim.

Cevap vermeden seyrettiğimde tepkilerin nasıl çalıştığı belirginleşiyor.

Yenimi, eteğimi, elimi kolumu çekiştiren küçük (ama ne zorlu, zorba) iblisler gibiler. Kibrimin, hayallerimin, arzuladıklarımın, benim-benim-benim incitildiğim, engellendiğim, saldırıya, hakarete uğradığım, ayaklar altına alındığım vehimleriyle sırtımdan olmadık yönlere itiyor, içimi karartıp zehirliyor, zehir de saçtırıyorlar.

Serinkanlı bir açıklıkla düşünmenin, algılamanın yerini alıyor, bakışımı sığ, zorlayıcı bir kendini savunma açısına, sonsuz bir tekrara daraltıyorlar.

İş kendini (kendi memleket-dünya, şu bu tasavvurların elbette dahil olmak üzere) savunmaya gelince de akan sular duruyor, sonra da buz kesiyor. Kendini savunma daima meşrudur. Bunun kendisinin ne kadar –gizli ya da açık- şiddet, saldırganlık barındırdığına bakılmaz. (Hiçbir yerde savaş bakanlığı yoktur değil mi, savunma bakanlıkları ise bütçelerin en iri dilimlerini yer.)

Ellerinde oyuncak olmaktan geri çekilip sadece seyrettiğimde, ötemi berimi çekiştiren tepkilerin, güçlü hislerin, hep aynı ağırlıkla bedenimin aynı yerlerine (ensem, boynum, soluk borum, karın boşluğu) çöken yoğun izlenimlerin ben (bu artık her kim, ne ise) olmadığı netleşiyor.

Durup durup düştüğüm tuzak, bir tepki parladığında, incindiğim, öfkelendiğim, çürük dişime dokunulmuş gibi bir kamaşmayla allak bullak edici bir antipati duyduğumda onu gelip geçmeye bırakacağıma sahiplenip arkasında durmak, kendim/kendimden bilmek. Oysa bu, tabanının aniden karıncalanması, sıcak basması, kabız ya da ishal olmaktan farksız; bünyenin, koşulların, koşullanmaların rastgele ama öngörülebilir bir sonucu. İshal olduğumda bunu bir kendilik sorunu, nefsi müdafa haline getiriyor, kat kat öykülerle sarıp sarmalıyor, meşru görüp göstermeye çalışıyor muyum? Hayır. Gereğini yapıp sifonu çekiyor, heladan çıkıyorum.

Ama iş zihinsel, duygusal karıncalanmalar, heyheylenmeler, ezilip büzülmelere gelince değişiyor. Geçip gitmeye bırakmak bir yana, tutundukça pekleştiriyorum.

Cılk yara bir tene çuval kumaşından dar bir gömlek geçirmek gibi oluyor yaşamak.

Sonunda dayanılmaz hale gelen mide bulantısıyla bir kez daha silkinip olup bitene, bunlarla neler yaptığıma, nelerin olmasına geçit verdiğime bakıyorum.

O vakit su, donmuş yüzeyin altında yeniden kımıldamaya, yürümeye başlıyor.

Ben tepkilerim değilim. Onların düdüğünü öttürmek, dediklerini yapmak, yönlendirdikleri gibi düşünmek, hissetmek, ittikleri darlığa, körlüğe, sağırlığa gelmek zorunda da değilim.

Olur, oluşurlar, duyar, hissederim. Ama dünyaya bunların arkasından bakmaz, adımımı bunlar doğrultusunda atmazsam işte ancak o zaman özgürleşmeye yaklaşabilirim.

25 Şubat 2018 Pazar

BODRUM




Hele Bodrum’da, kış ile bahar arasını ne kadar sevdiğimi unutmuşum. Soğuk karanlık geride kalmış, doğa orası burasından uyanır, ışık hafifleyerek yükselir, renkleri nakış gibi işler, kıpırtılar sezon kalabalıklarından uzakta, dikkati ile sevgisini verene açılırken.



Sevgili arkadaşlarımla birlikte Bodrum mis gibi karşıladı beni. Yemyeşil. Sanki taş kaya bile yosun yeşiline şöyle bir daldırılıp çıkarılmış. Arada su kokusunun karıştığı hava tertemiz, soludukça ciğerlerin körük gibi açılıyor. Yağmurla güneş, kuyruğunu kovalayan kedi yavrusu.

Yapılaşma, evet, tahıl ambarını basan böcek sürüsü gibi dağ tepe tırmanmaya devam ediyor ama o yeşil, ah o yeşil!. Aralardan fışkıran, sesi değil, anca yönü değişen doğa, neye odaklanacağımı hatırlatıyor.

H a y a t a.

Gerisi teferruat.

Yeni yaşıma işte öyle giriverdim.



Bodrum, mahallesi Torba misali gittikçe genişledi, doldurdukça aldı.


Dört günden vurdum, aylara bedel bir ferahlıktan çıktım.

18 Şubat 2018 Pazar

METRONOM


İlkokuldayken de böyle olmuştu. Sınıfın dört işleme geçtiği yıl yoktum. Duvar örülürken eksik kalan bu tuğla, hayat boyu matematik korkusu olarak kendini hissettirdi.

Şimdi müzikte başa dönüp ritim duygumu toparlamaya bakıyorum. Yol aldıkça, çaldıklarım dallanıp budaklanıp bana gerekenler belirginleştikçe yaklaşık bir şeylerle idare edemez oldum. Parçaları anlamlı, ruhlu, vurguları belirgin, güvenli cümleler halinde çalabilmekte ritim esas. İskelet melodiyse o da belki kaslara karşılık geliyor. (Bir müzisyen, bu ikisinin elbette temel olmakla birlikte ritmin aksamasının, özellikle başkalarıyla birlikte çalarken, parçayı oracıkta öldürdüğünü, yanlış nota çalmanın ise ritim doğru olduğu sürece telafi edilebileceğini söylemişti.)

Belediyelerin kaldırım çalışmalarına benzedi, farkındayım. Baştan ve esaslı bir inşaattansa kervanı yolda düzme anlayışı geldi, kaçınılmazca duvara tosladı. İlk birkaç ders hariç kendi başıma öğrenmenin firesi deyip bir hoca aramaya koyuldum.

Çok da iyi biriyle karşılaştım. Ortaokuldan beri bu işin mektebinden, profesyonel bir müzisyen ve öğretmen. Ocağı yakacak ve kazanda durup duran un, şeker vs’yi karıştıracak mükemmel bir kaşıklık edecek, Sercan hoca.

Ne istediğimi söylediğimde duraksadı. Ritim, edinilmiş olacağı baştan varsayılan bir konu olduğundan bana yardımcı olabileceğinden kuşku duydu. Ama sanıyorum ilk derste derdimi anladı: Yanlış kaynamış kemikleri kırıp yeniden sarmamız gerektiğini.

Ritim ilginç şey. Kaydığında, uzatma ve inceltme işaretlerini karıştıran, uzun okunacak yeri kısa –ve tersi- telaffuz eden şiveli birinin konuşmasını andırıyor. Ya da kulaklıklardan yüksek sesle bir şeyler dinletilirken insanın bir melodiyi söylemeye çalışmasına veya sarhoş şarkılarına dönüyor.

Bu, beynimin “bir an önce!” dürtüsüyle birleştiğinde, parçanın, bütün yününün tek bir dilimine yığıldığı yorgana benzeyen içeriğiyle yanlış bir şey ortaya çıkıyor. Çaldığım şey, koştur koştur, sersemletici ve sarsak bir hızla sona eriveriyor. (Hep vaktinden önce saparak kaybolurum.)

Sercan hocanın beynimde yer etmeye bıraktığım sakin, sabırlı, bir seferde tek bir şeye odaklanan tavrı, beni durup yaptığıma ve önümdekine dikkatle bakmaya, kulak kesilmeye yöneltti ki gereken, kendi kendime yapmadığım tam da buydu.

Kemikleri teker teker kıracağız. Zorluklar karşısında işi gargaraya getirmek gibi güçlü bir kültürel eğilimle de pekişmiş kötü alışkanlığı kenara iteceğiz. İskeleti baştan ve doğru dürüst inşa etmek için kolları sıvayacağız.

Metronomla ebruli ilişkime de dönüştürmek üzere geri dönmek demek bu. Brüksel lahanasıyla ilişkin gibi. Evet, bilirsin yararlıdır ama ne de tatsız, yavan.

Hızı dakikada 55 vuruşa kadar düşürerek başladım. Bir fotografı grenlerine varıncaya kadar büyütmenin dengi. Nerede takılıyorsun, nasıl takılıyorsun, farkına varmak ve yerine doğru hareketleri koyabilmek için alabildiğine yavaşlamak zorundasın. O da işin yalnızca mekaniğini ortaya sermiyor, bilişsel yanını da büyüterek burnunun dibine getiriyor.

Yeknesaklıktan sıkıntıyı çabuk geçip baltayı daha temel bir şeye vurdum.

Metronom her şeyden önce kulak verme terbiyesi; kulak vermediğimi fark ettim. Sarsıcı.

Babamın karşısındakinin söylediğini ağır işitenlere özgü bir biçimde uydurarak “anlaması,” sabrımı sıklıkla zorlayan bir şey. Yahu dur, benim dediğim ne, sen ne anlıyorsun?! İşte dili olsa metronomun bana söyleyeceği de o. İmiş.

Dinle. Dinle. Duy. İşit.

Demek çalmaktan da öncesinden başlamamız gerekiyormuş. Şimdi çeşitli terbiye yolları deniyorum. Ellerini kucağına koy, kulağını ve metronomu aç, dinle. Çeyrek, sekizlik, on altılık vs notalarla 2/4, 3/4, 3/8, 6/8 vs vuruşlara çeşitli hızlarda sadece kulak ver. Telaşla yola atılıp oraya buraya saparak kaybolup duran yanını kaybolduğu yerde bırak, “hadi, şimdi, çabuk!” dürtülerinden özgürleşmeye, an’a, tek tek notalara hak ettikleri vurgu ve zamanı vermeye bak.



Sonra, tut ki bunlar tek tek notalar değil, irili ufaklı karşılaşmalarda rastladığın bireyler, olaylar, hayat; duymak duymaktır, bu terbiyeden, karşına çıkana kulak kesilmede de feyzal.

Metronom tıklayadursun, bir şey öğrenirken onu bambaşka, görünürde ilgisiz alanlara da yansıtma alışkanlığıyla (bir şey öğren, üç şey edin gibi bir kampanya bu) heyecan verici yeni bir yol işte.

14 Şubat 2018 Çarşamba

TÜRK MODERNLEŞMESİ


Bu ülkeyle nasıl ilişkileneceğimi bilemiyorum. Nice zamandır kulpsuz, kaldıraçsız bir müşkül. Bir yüzü sivri, pürüzlü, bir başkası vıcık vıcık kaygan. Kendime bir ruhsal hayatta kalma nişi yaratmak, uzaklaşmak ile yıpratıcı etkisinin derinliklerine yuvarlanmak arasında gidip geliyorum. Ne resmi anlatılarda, kitle heyecanlarında ne de bunlara tepkilerde bir yankı buluyorum ama yabancılığım da beni ağır duygu tonuna bağışık kılmıyor.

Soruyorum, sorguluyorum. Aidiyetin oluşumunu, temelinde yatan varsayımları, bu dansın neresinde olduğumu. Ama kurgulara inançtan yoksunsan aidiyetin ilk ayağını kaçırmışsın demek.

Başka bir yoldan, ayrılıkları bir kalemde geçen gönül bağından vuruyorum. Galiba en çok da o zaman yol alıyorum. Ta ki derin koşullanmalar bir kez daha yüzeye çıkıp beni yeniden yabancılığın uzak bir köşesine atana dek. O köşede bazen doyumluyum (evet, insan mutlu olmadan da tatmin duyabiliyormuş) bazen ezik büzük.

Şerif Mardin’in makalelerinden derlenen Türk Modernleşmesini bitirdim. Psikolojik olarak oturtamadığım çerçeveye sosyolojik bir perspektif getirme arayışı.

50’lerden 80’lere yayılan bir dilimde yazılmış bu makalelerde rastladığım en çarpıcı saptama şu oldu:

"Türkiye, kelimenin mutad anlamıyla gelişmekte olan bir ülke değildir; o, birkaç asırdır bünyesinin özelliklerini sürdüren bir devlettir. Sonuç olarak, siyasi kültürü tarih içinde oldukça gerilere giden ögeleri şekillendirmiştir." (1966 tarihli Türkiye'de Muhalefet ve Kontrol’den)

Yok hayır, “yani eski hamam eski tas mı?” biçiminde bayağılaştırılacak şey değil bu. Bundan ne kadar söz edebilirsek, “yapısal” bir ayrıma işaret ediyor. Başka bir deyişle belki de şu ya da bu bıyığı takmaya çabaladıkça hüsranın, iktidarsız öfkelerin gazabına uğradığımız hala’ya.

Ne yani, vaz mı geçelim sorusuna bir cevabım yok. Bireyin, kitlelerin, öngörülebilirliği çok kısıtlı toplumsal değişimlerdeki rolünün ona atfedilen/vehmedilen olmadığı, sanılandan büyük ya da küçük olabilse de asıl dolaylı olduğu izlenimim sürüyor.

Düşüncemin kefeleri eylem ile eylemsizlik, benimsemek ile uzaklaşmak arasında salına dursun, ilişkilenme meselemin bireysel bir iş olmadığı, ilişkilenebileceğim bir ilişkiler ağının, toplumsal dokunun nasıl kırpılıp törpülendiği makaleleri okurken biraz daha açıklık kazandı.

Birkaç alıntı:

İstikbalimizdeki Kütle Problemleri Hakkında, 1957: “..şu gelişmeler de akla gelmektedir: Fertlerin, ‘büyük sayıların’ davranışının esirleri haline gelmeleri dolayısıyla ferdiyetlerini kaybetmeleri, şahısları zaten ‘konformizme’ sürükleyen cemiyetimizde orijinal düşünce ve hareket tarzının daha da nadir bulunan bir matah haline gelmesi. Memleketimizde yeni yeni yerleşmeye başlayan nisbî siyasî mes’uliyet duygusunun yerine eskisinden daha da tehlikeli bir ‘neme lazımcılığın’ yerleşmesi, kütle sloganlarının her sahada salim düşüncenin yerini alması.”

*
Politikanın İnanç Muhtevası, 1954: “Bize has olan unsur şudur ki, bütün bu tezahürlere rağmen hükümetin ‘istibdat’ politikasını tenkit eden diğer partilerin iktidara geçtikleri anda ayni hareketlerde bulunmayacakları hiçbir surette temin edilemez.”

“İnsan haklarının daha incelmiş ve tekamül etmiş bir şekli olan siyasî ve sosyal nezaketin mevcut olmadığı bir cemiyette ne gibi ihtilafların zuhur ettiğini tekrar etmeye ihtiyaç yoktur. Bunun bariz misallerini her gün görmekteyiz.”

“Anayasa mahkemesi ancak ciddiye alınan bir anayasa ile kabili teliftir, anayasanın ciddiye alınması ise bu vesikanın bazı ezelî hakikatlara dayandığı inancından doğar. (…) Türkiye’de aynı esaslar (Amerikan) içinde bir anayasa mahkemesi tasavvur edemeyiz, zira anayasanın tefsirini yapacak olan hâkimler insanın insan olarak kudsiyetine inanmak ve bu inançlarında tamamiyle değişik gelenekler içinde yetişmiş bir Millet Meclisi ile çarpışmak mecburiyetinde kalacaklardır. Dikkat edilirse burada mevzubahis olan şu veya bu parti değil, hangi parti iktidarda olursa olsun Millet Meclisi’nin kendisidir. Bu bakımdan bugün Türkiye’de bir anayasa mahkemesinden bahsetmek mevcut ihtilafları artırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Umumiyetle insan hakları fikri memleketimizde cemiyetin kök salmış bir itikadı olarak yerleşmedikçe teşriî mekanizmadan çok daha iyi bir şekilde çalışmasını istemek hayalperestliktir. Klan ve devlet fikrinin bu kadar uzun bir süre boyunca hakim olduğu bir cemiyette elbette ki bu, kolay bir iş olmayacaktır. Derin bir inanç temelinden hareket etmediğimiz halde kanuna ve anayasaya bugün bile gösterilen hürmet şayanı takdirdir. Bu meseleye memleketimizin halihazırda aldığı istikamet bakımından bakarsak bazı tahminlerde bulunmak da mümkündür. Modern Türkiye’de büyük bir gayret sarfedilerek ihdas edilen devlet nizamının kuvvetini ilelebet politik mürebbiye vazifesini gören bir tip seçkin önderden alacağı tasavvur edilemez. Cumhuriyetin ve modern Türkiye’nin temellerini atan aydınların bilhassa bu bakımdan istisnai bir aydın tipi olduklarını unutmamak lazımdır. Demokratik idare şekli geliştikçe ve geniş kütlelerin memleketteki tesiri arttıkça, geniş kütleler tarafından bugün taşrada tatbik edilen kıymet ölçüleri yalnız taşra cemiyetinde değil devlet mekanizmasında ve bilhassa teşrii organda da kendini gösterecektir. Bu bakımdan önümüzdeki yıllarda eski ‘elite’ ile yeni ‘elite’ arasında, şehir aydınları ile memlekette hakikaten benimsenmiş olan kıymetlerin tatbikine kalkacak olan geniş kütlelerin temsilcileri arasındaki ihtilâfların artacağı muhtemeldir. Memleketimizde halen mevcut fikir ve kıymet buhranının politik ehemmiyeti işte bu noktada toplanmaktadır.”

*
(Bu arada Şerif Mardin bile kitle ile kütle’yi birbirine karıştırmış.)

8 Şubat 2018 Perşembe

YÜZÜNÜ BIRAK ASTARINA BAK


Bireyselliğin değil toplumsal ahengin öne çıktığı Japon kültüründe altı çizilen de farklar yerine benzeşiklik olmuş. Ken Mogi’ye göre bu tavrın geçmişi 17. yüzyıla uzanıyor. Japonya’nın modernleşme öncesi Edo döneminde Tokugawa Şogunluğu toplumun o zamanki görüşe göre istikrarını sağlayacak bir dizi kararname çıkarmış. Bunlardan biri de lüksten kaçınmaya ilişkinmiş. Edo ekonomisi büyüdükçe bazı tacirler çok para kazanıp savurganlaşmış. Biriktirilen lüksün böylece gözler önüne serilmesi, sınıflar arasındaki eşitsizliğin artmasından dolayı toplumsal istikrarı yıpratıcı görülmüş, aşırı harcama yasaklanmış. Zengin tacirler o günlerde karşı çıkılması söz konusu olmayan Şogunluğa görünürde boyun eğmiş. Ama zevklerini de gizlice sürdürmeyi bilmişler. Bunun için başvurulan yollardan biri, giysilerinin içyüzünde pahallı malzeme kullanırken dışını gösterişsiz tutmak olmuş.

Dışta dikkat çekmezken bireyin içyüzünü geliştirip güzelleştirmek Japonların besleye geldiği bir düşüncedir, diyor Mogi. Herhangi bir toplumda, özellikle de toplumsal gözetim bir sorun olduğunda bu tekniğe başvurulabilir diye ekliyor.

*
Sadece hayatta kalmak değil, anlam, değer duygusunu da yaşatmak konusunda esnekliği ve yaratıcılığıyla insan su misali. Önü burada tıkansa yolu dolandırıp menzile yöneliyor.

Zorbaların anlayamadığı da bu olagelmiş. Akışkanın yolunu katılıkla kesemezsin. Buhar olur, buz olur, sel olur, damlaya damlaya yeryüzünü biçimlendirir. Zorbanın ise aklı ile düş gücü ırmağın yatağını kayalarla kesmekten öteye gitmez. Gidebilse adına zorba denmezdi.

Japonların dışa gösterişsiz, içi alabildiğine derin ve zengin olabilen bu gelişme biçiminde, hayatın yüzeyi kararıp kabuklaştığında, ışığı, neşeyi, umudu karartan bu kabukla birlikte kavrulmamanın esinini gördüm.

7 Şubat 2018 Çarşamba

ŞİİR DEDİĞİN

Şiirle aran hoş değil, değil mi dedi.

Pek bir bağ kuramadım dedim. “Yani sürekli, güçlü bir bağ. Değerini, tadını takdir ediyorum ama ekstra kaliteli bir butik çikolatanınki gibi. Cebimde, çantamda taşıyacağım, gece gündüz atıştırabileceğim, yumulup onunla beslenebileceğim şey olmadı.”

“Ama şiir zaten öyle. Biri ne demiş: Şiir mataranda su, heybende ekmek, silahında kurşun değildir fakat bunlardan yoksun kaldığında seni o avutur. Sibirya’ya sürgüne gönderilen aydınlar birbirlerine şiir okuyarak ışıltılarını yaşatmaya çalışmış.”


Sürgüne gönderilen açık ifadenin yerini mecazın, imgelerin, sembollerin aldığı bir zamanda bu, şiire bir daha, alıcı gözle bakma isteği uyandırdı.

6 Şubat 2018 Salı

ELLERİMİ SEYRETTİM

Sebzeleri soyar, tahtaya yatırıp doğrarken ellerimi seyrettim.



Becerikli olmayan ama sakar da olmayan ellerimi. Ağır, ihtiyatlı, dağınık görünümlü hareketlerle kardeş kardeş çalışmalarını.

Seyretmekten rahatsızlık duyduğumdan seyredilmesinden de hoşlanmadığım şu bir çift emektarı.

Haşin ama becerikli, zarif ve kıvrak, kendileri güzel olmasa da hareketlerinde güzelleşen, seyretmesi büyüleyici bir ustalık sahibi veya güçlü kuvvetli, tuttuğunu koparan başka ellerin sınıfından olmadıklarından bugüne kadar sadece eksiklerini gördüğüm (görmemek için başımı çevirdiğim), gözüme giremese de sadakatle yapabildiklerini yapan ellerimi.

Hareketleri bir seyir sunmasa da dokunduklarını, kavradıklarını duyan, okuyan eller oysa bunlar. Dokular, dokunuşlar arasında ahengi, ahenksizliği seçen, onlarla cümleler kuran, dokunmanın aleminde yolculuklara çıkan.

Hareketleri olmasa da hissedişleri incelmiş eller.

Varsın mesela mutfakta ustalaşamadan kırışmış olsunlar dedim, sadece hayatta kalmamdaki hizmetleriyle de değil, iyi eller bunlar.




4 Şubat 2018 Pazar

KÜÇÜK BİR KAÇAMAK

Bu sefer, nasılsa işe yaramıyor deyip ısrarla reddettikleri aleti kullandılar. Biri kulaklığı başına geçirdi, diğeri bunun ucundaki mikrofona konuştu. Bağrışıp helak olmadan, söyledikleri de fazla fire vermeden hoş bir sohbet ettiler epey.

Kulakları iyice ağırlaşmış iki kardeş.

“Dünyayla bir ilişkimiz kalmadı. Konuşmak artık çocukluğumuzu anmak. O da olmayınca insan..”

Savaş, yokluk, kalabalık bir ailenin hayhuyu arasında geçmiş çocuklukları şimdi buradan baktıklarında sonu gelmeyen bir altın madeni. Araya uzayan zamanın güvenli mesafesi girmiş, geriye acısı silinen çatışmaların, sürtüşmelerin bile sadece tadı, rengi kalmış. Geçmişi anmakla kalmıyorlar, derinliği, sıcaklığı, burleske çevirdikleri trajedisi ile yeniden yaşıyorlar. Katarakt ameliyatlarıyla mercekleri değiştirilen gözlerinde 7, 9, 12 yaşın muzip parıltıları, gülmekten gelen gözyaşlarıyla.

Yüzü ışıl ışıl, babam bana döndü. “Biliyor musun, bir keresinde..”



İki kardeş Çukurova’nın kavurucu sıcağından kaçıp trene atlamışlar. Toroslarda Karapınar’da inmişler. Yanlarında azıklarıyla kitapları, epey yürüyüp Çakıl Suyu kenarında oturmuşlar. Okumuşlar.

“Ernest Renan’dı.”

Babam üniversitede, amcam ortaokulda.

“Abim anlamadıklarımı açıyordu. Okumayı bana o aşıladı. Dedenin evinde hala durur, 60-70 kitaplık iki rafı benim dünyaya açılan kapım oldu.”

Serinlemiş, rahatlamış, akşama doğru yola inip bir kamyona, sonra bir başkasına atlayıp köy yakınlarına bir yere geri dönmüşler.

Ayrılırlarken küçük kardeşi, toprağı anılarla çapalanıp havalandırılmış, canlanmış bir şükranla babamı sımsıkı kucakladı.

“Bugün ben ben isem sendendir.”


İçimden ona katıldım.

2 Şubat 2018 Cuma

BANA BİR KALDIRAÇ VERİN..

Cerrah, düğüm olmuş bağırsağa nasıl bakar?

Vah vah, anası babası da pek vatanperverdi, bunu ne fedakarlıklarla yetiştirdi. Şu olanı zerrece hak etmiyorlardı mı der? Organın her hareketinde vay namussuz vay allahsız, bak şimdi bunu etti, şimdi de şunu ediyor diye hop oturup hop mu kalkar?

Dramaya dolanmaz, durumu değerlendirir. Yapılabilecekleri, riskleri. Öngörülemezliklere de gerektirdiği yeri açar. Müdahale önerir, belki de hastayı ömrünü huzur içinde tamamlamaya bırakır (bir cerrah için düşük olasılık ama).

*

Zihin gözümde bedenimi etrafları kızarmış, iltihaplandı iltihaplanacak düğmelerle kaplı gördüm. Tezgaha serilen kalkan balığı misali. Her etkiye bir tepki vermeye koyulmuş düğmeler. İfrazatı zehirli, kaşındırıcı, birikimi depresyon yapıcı.

Düğmelere baktım, altlarında dramaya dolanmak olduğunu gördüm.

Bak, şimdi de şu oldu, allah belasını versin, şimdi de bu.

Perspektifi düğümlenen bir bağırsak gibi kapatan, mesafeyi sıfırlayan, insanı iplerin ucunda bir oraya bir buraya savrulan kuklaya çeviren düğmeler. İnandığım, beslediğim, katılaştırdığım, özdeşleştiğim anlatılarla eşleşen tepkiler.

*

Coğrafya, isim, tekil olaylardan geri çekilip işleyişe baktığımda nefesim genişliyor. Alnımda boncuklanan ter kesiliyor.