17 Kasım 2016 Perşembe

ATÖLYEDE



Cihangir ustayı bu kez yerinde buldum, eski bir Silifke konağının alt katındaki atölyesinde işi başında.

Sohbet ya da sazı için gelenlere karıştım. Ustayla çırağını seyredip muhabbete katıldım.

Bir ucunda telleri takılmamış bir kemanın yattığı tezgahta gaz tüpü açıldı. Saz kapaklarının (tam yirmi taneydiler) delik açılacak yerleri aleve tutuldu.



Dilinin de eli kadar tez olduğu anlaşılan Cihangir ustanın yetiştirdiği laflar ve anlattıklarıyla öyküsü bir köşesinden kurulmaya koyuldu.

Mektebinde okuduğu çalgı yapımında yirmi yedi yılını tamamlamış. (Cıva gibi bir genç adam izlenimi veriyordu.)

“Bölümün adında çalgı mı enstrüman mı kullanılacağı tartışıldı da tartışıldı. Çalgı daha hafif kaçıyor ya. Oysa yaptığımız bu işte, çalgı.”

Telli çalgıların yanı sıra yerel bir saz olan köşeli davul da yapıyormuş. Bir belgesel çekimi için göstermelik yaptığı davulu duvardan aldı. Sebze sandıklarının karesi ebadında, tokmak ya da elle çalınabilen bir davul. Türk aklı; yapımı ahşabı eğmeyi gerektiren geleneksel davuldan çok daha kolay olduğundan geliştirilmiş. Uzun süreçten geçirilmemiş bu göstermelik olanın bile sesi hiç fena değildi.

Kapaklara dönüp alazlama işlemini bitirdikten sonra iç içe tutkal tenekelerini ateşe koyarken laf durmadan maruz kaldığı standart sorulara geldi.



“En çok sorulan, en iyi sazın hangi ağaçtan olduğudur. Oraya gelene kadar ustası var, kimin neyi nasıl çalacağı var. Sazları yarış atlarına benzetirim ben. Her at koşar ama bir at kazanır. Neden?”

Mengeneye geçirdiği sazlara kapakları tutkallayıp bantlamaya geçti. Çalan telefona kızdı.

“Tutkal beklemez. İki saniye gecikmek bile donmaya başlamasına yeter, ondan sonra da gereğince tutmaz. Ama cep telefonu insanların kendilerine öncelik hakkı atfetmeleri demek oldu. Arıyorum, aç! Ateşte tutkalın mı var, işin kritik bir aşamasında mısın, kimsenin umurunda değil!”



Yaptıkça öğreten de bir iş olmalı, dedim.

“Kesin! İlk öğrettiği de sabır.”

Ağır pişen bir yemek gibi.

Usta yan odaya geçtiğinde genç bir çocuk geldi. Bağlama yaptırıyormuş.

“Kendi kendime başladım. Dört yıl sonra güzel bir sazım olsun istedim.”

Kapağı takılmak üzere olanlardan biri de onunkiymiş.

Tezgahta yatan kemanına bakmak için gelen adamı kast ederek “Onu öyle iyi anlıyorum ki” dedi. “İnsan sazını özlüyor, dokunmayı, eline almayı, sesini..”

Birden bir çalgı kardeşliği doğdu üçümüz arasında, heyecanını paylaşıverdik.

Bu arada geldiğimde oturanlar arasında olan daha önce tanıştığım, yöresel oyuncaklar üzerine bir araştırma yapan yazar, duvardaki üç telli ufak curayı gösterdi. 45 yıllıkmış. Böyle ufak olmasının nedeninin çobanların kavallarıyla birlikte heybelerine atıverip yanlarına almaları olduğunu söyledi. Böyle bir tanenin ustası olan Hayri Dev’i tanıyıp tanımadığımı sordu. Tanımadığımı söyleyince hikayesini anlattı.

Denizli’nin bir köyünde doğmuş Hayri Dev. Kendini çoban ve müzisyen olarak tanımlayan bir Yörük imiş. Köylüleri üç telli cura çalışına bilmiyor bu işi diye güler geçerken Fransız bir etnik müzikolog tarafından keşfedilmiş. Üzerine belgesel yapılmış. Konser vermesi için yurtdışından davetler almış. Denizli konservatuarında ders vermiş. Ve UNESCO'nun "Yaşayan İnsan Hazinelerine" seçilmiş. (Döner dönmez youtube’da baktım https://www.youtube.com/watch?v=Rxo3NqSEA38 )

Cihangir usta geri gelip takılacak kapakları bitirdi.

İşin en sevdiği aşaması mı?

Boynun takılmasıymış. “Çok tatlı iştir o." Bir de teller takılmadan önce, ciladan sonrası. Aletin tamlığı içinde göz doldurduğu zamanmış.

Cilaya boya katmaz, rengini vermeyi ağaca bırakırmış.

“Balığı pişirirken baharat koymamak gibi. Bırak kendi tadı çıksın” dedim.

Güldü.

Son saz da duvara dayandığında resmini çekip whatsapp’tan yolladı. “Görsünler de telefonu neden açmadığımı anlasınlar.”



Kendisi mi? Çello, cura, bağlama, cümbüş, keman çalar, nefesli üflermiş –piyano mecburi, onu saymıyor bile. Türk halk müziği korosunda öğretmenlik yapıyormuş imalatçılığın yanı sıra.

Söz azdan çoğu yaratmaya geldi. Hurdalıklardan çıkmayan Picasso, çerçöple yapılan şaşırtıcı sanat eserleri..



Tom Sawyer’inkine benzer bir çekmece açıp içindekileri heyecanla gösterdi. Paslı mekanizmasını tamir ettiği koca bir çok eski demir asma kilit, köklerden yaptığı kadın figürü..

Sanat da bu değil mi zaten dedik. Dönüştürmek. Sıradanı sıra dışına, beş para etmezi paha biçilmeze.

Ağızlığından hava kaçıran teneke düdüğüme derman için gitmiştim, sıra ona gelene kadar çok hoş birkaç saat geçirdim.

Çıtır çıtır bir sonbahar gününün ruhum akşamüzeri ışığıyla aşık atarak çıktım dışarı, dupduru renklere karıştım.

Sanat daha malzemesinin yapımından kanatlandırıcı.

*

Silifke’nin naif ressamı Bahattin Erim’in atölyesi de aynı konaktaymış. İç duvarlardan birinde ölmüş sanatçının dev bir tablosu asılı. Tarihi Taş Köprünün altındaki su değirmeni (Göksu üzerinde hiçbirinin izi kalmamış böyle beş değirmen varmış), ırmak kenarı ve tepelerde -aralarında Abidin Dino’nun babasınınki de olan- güzelim konaklarla bir vakitlerin Silifke’si. Rum, Ermeni, Türkmen mahalleleriyle ne alımlıymış!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder