Cihangir ustayı bu kez yerinde buldum, eski bir Silifke
konağının alt katındaki atölyesinde işi başında.
Sohbet ya da sazı için gelenlere karıştım. Ustayla
çırağını seyredip muhabbete katıldım.
Bir ucunda telleri takılmamış bir kemanın yattığı
tezgahta gaz tüpü açıldı. Saz kapaklarının (tam yirmi taneydiler) delik
açılacak yerleri aleve tutuldu.
Dilinin de eli kadar tez olduğu anlaşılan Cihangir
ustanın yetiştirdiği laflar ve anlattıklarıyla öyküsü bir köşesinden kurulmaya
koyuldu.
Mektebinde okuduğu çalgı yapımında yirmi yedi yılını
tamamlamış. (Cıva gibi bir genç adam izlenimi veriyordu.)
“Bölümün adında çalgı mı enstrüman mı kullanılacağı
tartışıldı da tartışıldı. Çalgı daha
hafif kaçıyor ya. Oysa yaptığımız bu işte, çalgı.”
Telli çalgıların yanı sıra yerel bir saz olan köşeli
davul da yapıyormuş. Bir belgesel çekimi için göstermelik yaptığı davulu
duvardan aldı. Sebze sandıklarının karesi ebadında, tokmak ya da elle
çalınabilen bir davul. Türk aklı; yapımı ahşabı eğmeyi gerektiren geleneksel
davuldan çok daha kolay olduğundan geliştirilmiş. Uzun süreçten geçirilmemiş bu
göstermelik olanın bile sesi hiç fena değildi.
Kapaklara dönüp alazlama işlemini bitirdikten sonra iç
içe tutkal tenekelerini ateşe koyarken laf durmadan maruz kaldığı standart sorulara geldi.
“En çok sorulan, en iyi sazın hangi ağaçtan olduğudur. Oraya
gelene kadar ustası var, kimin neyi nasıl çalacağı var. Sazları yarış atlarına
benzetirim ben. Her at koşar ama bir at kazanır. Neden?”
Mengeneye geçirdiği sazlara kapakları tutkallayıp
bantlamaya geçti. Çalan telefona kızdı.
“Tutkal beklemez. İki saniye gecikmek bile donmaya
başlamasına yeter, ondan sonra da gereğince tutmaz. Ama cep telefonu insanların
kendilerine öncelik hakkı atfetmeleri demek oldu. Arıyorum, aç! Ateşte tutkalın
mı var, işin kritik bir aşamasında mısın, kimsenin umurunda değil!”
Yaptıkça öğreten de bir iş olmalı, dedim.
“Kesin! İlk öğrettiği de sabır.”
Ağır pişen bir yemek gibi.
Usta yan odaya geçtiğinde genç bir çocuk geldi. Bağlama
yaptırıyormuş.
“Kendi kendime başladım. Dört yıl sonra güzel bir sazım
olsun istedim.”
Kapağı takılmak üzere olanlardan biri de onunkiymiş.
Tezgahta yatan kemanına bakmak için gelen adamı kast
ederek “Onu öyle iyi anlıyorum ki” dedi. “İnsan sazını özlüyor, dokunmayı, eline
almayı, sesini..”
Birden bir çalgı kardeşliği doğdu üçümüz arasında,
heyecanını paylaşıverdik.
Bu arada geldiğimde oturanlar arasında olan daha önce
tanıştığım, yöresel oyuncaklar üzerine bir araştırma yapan yazar, duvardaki üç
telli ufak curayı gösterdi. 45 yıllıkmış. Böyle ufak olmasının nedeninin çobanların kavallarıyla birlikte heybelerine atıverip yanlarına almaları
olduğunu söyledi. Böyle bir tanenin ustası olan Hayri Dev’i tanıyıp
tanımadığımı sordu. Tanımadığımı söyleyince hikayesini anlattı.
Denizli’nin bir köyünde doğmuş Hayri Dev. Kendini çoban ve müzisyen
olarak tanımlayan bir Yörük imiş. Köylüleri üç telli cura çalışına bilmiyor bu
işi diye güler geçerken Fransız bir etnik müzikolog tarafından keşfedilmiş.
Üzerine belgesel yapılmış. Konser vermesi için yurtdışından davetler almış. Denizli
konservatuarında ders vermiş. Ve UNESCO'nun "Yaşayan İnsan Hazinelerine" seçilmiş. (Döner dönmez youtube’da baktım https://www.youtube.com/watch?v=Rxo3NqSEA38 )
Cihangir usta geri gelip takılacak kapakları bitirdi.
İşin en sevdiği aşaması mı?
Boynun takılmasıymış. “Çok tatlı iştir o." Bir de teller
takılmadan önce, ciladan sonrası. Aletin tamlığı içinde göz doldurduğu zamanmış.
Cilaya boya katmaz, rengini vermeyi ağaca bırakırmış.
“Balığı pişirirken baharat koymamak gibi. Bırak kendi
tadı çıksın” dedim.
Güldü.
Son saz da duvara dayandığında resmini çekip whatsapp’tan
yolladı. “Görsünler de telefonu neden açmadığımı anlasınlar.”
Kendisi mi? Çello, cura, bağlama, cümbüş, keman çalar,
nefesli üflermiş –piyano mecburi, onu saymıyor bile. Türk halk müziği korosunda
öğretmenlik yapıyormuş imalatçılığın yanı sıra.
Söz azdan çoğu yaratmaya geldi. Hurdalıklardan çıkmayan
Picasso, çerçöple yapılan şaşırtıcı sanat eserleri..
Tom Sawyer’inkine benzer bir çekmece açıp içindekileri
heyecanla gösterdi. Paslı mekanizmasını tamir ettiği koca bir çok eski demir
asma kilit, köklerden yaptığı kadın figürü..
Sanat da bu değil mi zaten dedik. Dönüştürmek. Sıradanı
sıra dışına, beş para etmezi paha biçilmeze.
Ağızlığından hava kaçıran teneke düdüğüme derman için
gitmiştim, sıra ona gelene kadar çok hoş birkaç saat geçirdim.
Çıtır çıtır bir sonbahar gününün ruhum akşamüzeri
ışığıyla aşık atarak çıktım dışarı, dupduru renklere karıştım.
Sanat daha malzemesinin yapımından kanatlandırıcı.
*
Silifke’nin naif ressamı Bahattin Erim’in atölyesi de
aynı konaktaymış. İç duvarlardan birinde ölmüş sanatçının dev bir tablosu
asılı. Tarihi Taş Köprünün altındaki su değirmeni (Göksu üzerinde hiçbirinin
izi kalmamış böyle beş değirmen varmış), ırmak kenarı ve tepelerde -aralarında
Abidin Dino’nun babasınınki de olan- güzelim konaklarla bir vakitlerin Silifke’si.
Rum, Ermeni, Türkmen mahalleleriyle ne alımlıymış!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder