Yıkık, metruk binalarla eskiyle bağını koparıp ne olacağına da karar verememiş, ıslak soğuk külrengi kış göğü altında sefaleti dalga dalga yayılan Tarlabaşı.
Zorlanan kapıyı iterek araladım. Başımı içeri uzattım.
Doğru yerdeydim.
Ufak, loş, karmakarışık bir oda. Bir adam, bir kadın.
Tavana kadar raflarda, oraya konulmuş değil de bir patlamayla saçılmış, kimi
iğreti takılmış kimi yapışıp kalmış gibi görünen nesneler..
“Ben..”
Ve hayvanlar. Kadınla adam arasındaki tezgahta, raflarda,
yerde sayısız kedi, biri hemen sokulup bacağıma sürtünen siyah, diğerleri
alacalı bir iki köpek.
“Ben hikayenizi, fotografları internette gördüm de,
gelmek istedim.”
Buyrun, dedi adam. “Kapıyı iyi kapayın, dışarısı soğuk,
üşümeyin.”
Zorlayarak iterken kapının arkasındaki beyaz ördeği fark
ettim, uyukluyordu.
“Yahu nasıl bir şey bu? İnsanlar gelmeye başladı, sağ
olsunlar.”
“Öyle oluyor. Biri bir şey koyuyor, yayılıp gidiyor işte.”
Ağır bir haşlama et kokusu. Tezgahı kaplayan gazeteler
üzerinde kemik parçaları.
Adam, internette dolaşan hikayenin Ramazan abisi, ne demeli,
nasıl demeli, söze nasıl başlamalı tereddüdümü bir anda dağıttı. Zırhının
hantallığını hisseden ama nasıl çıkarılır bilemeyen bendim, gönlünü salma olarak
aldığım bu öyküye çekilen, merak, özlem duyan. Bunu çoktan yapmış olan ise
Ramazan abi.
Açıklıkla, doğallıkla, ne için geldiğimi bilmiş gibi
doğrudan oraya seslenerek beni mekan kadar alemine de buyur etti.
Arkamda iğreti bir ranza gibi yükselen şeyin altından
plastik bir tabure çekti.
“Temizdir, buyurun, oturun.” Oturmaya hazır değildim.
Kirli geldiğinden değil –uç veren, hızla da yayılıp derinleşen izlenim,
görünümün tam tersiydi; saf ve engin. Belki o zırh.. Ben dikilirken kağıt havlu
rulosundan bir parça koparıp taburenin üzerine yaydı.
“Böyle işte. Bunlarla birlikte yaşıyoruz.”
Düzgün, efendi bir konuşması vardı. Hikayesinde dendiği
gibi harbi.
“Artık pek tamir yapmıyorum. Çok çoğaldılar, bakımları
vakit alıyor. Yemekleri, ilaçları.”
Adıyamanlıymış. Çocukluğu çobanlıkla geçmiş.
“Hayvan sevgisi belki ondan diyeceğim ama kardeşlerim
öyle çıkmadı. Bir yolunu bulup epey para kazandılar fakat şunlara dönüp
bakmıyorlar bile.”
Annesi şehirli, babası köylüymüş.
“Şehirli ama evin sokak tarafında koca bir toprak küp
içinde hep su bulundurur, gelen geçen oradan içerdi.”
Sözü oradan oraya atlayan kedilere, kalabalığın etrafında
kendine yol açmaya çalışan köpeklere uyarılarla bölünüyordu.
“Dur, yavaş Çilek, kızım. Otur bakalım Moris!”
“Binalar yıkılıyor, bunlar oralara sığınmaya çalışıyor.
Ama insanlar öyle acımasız, gaddar ki! Kendi halindeki hayvanlara bırak yardım
etmek, saldırıyorlar, düşünebiliyor musun! Geçerken elindeki şişeyi duvar dibindeki
hayvanın üzerine atıyor, tekmeyi basıyor. Çıldırıyorum. Ama dalaşmaya giremem.
Cezaevine filan düşersem bunlara kim bakar?”
Tekinsiz yerler. Hele geceleri.
“Bir gece geç vakit misafirimiz olun da görün. Geç
dediysem 11, 12 gibi. Torbacıdan geçilmez.
Onların etrafında dolanan
öğrencilere, gençlere yapmayın etmeyin derim ama kim dinler. Kafayı bulunca daha da saldırgan
oluyorlar. İşte ellerinden kurtarabildiğimizi..”
Ördeği hasta bulmuş, alıp getirmiş.
“Toparladı neyse. Etrafı çok pisliyor ama veremem ki,
keser yerler.”
Hayvanların bakımından söz ederken sesi iyice
yumuşuyordu.
“Ördeğe ciğer veriyorum. Kedilerle köpeklere kemik
haşlıyoruz. Su kapları hep temiz olacak!” (Pırıl pırıldılar.) “Eczaneyi de zengin
ediyorum.” (Şırıngaya çektiği ilacı soğuk almış dediği kedinin ağzı kenarından
sıktı.)
Vitrin olacak açıklığı koca gövdesiyle yarı yarıya
kapayan, kıvrılmış uyuklayan çoban kırması köpeği gösterdi.
“Bak, onu bu getirdi” dedi kadını kast ederek. “Kızına
gidiyormuş, nerede oturuyordu senin kız? Ha, Nurtepe’ye. El kadar yavruyu
görmüş. Basmış bağrına. Kızı iğrenerek al götür demiş. Getirdi. Ufacıktı, şimdi
kocaman. Fena mı oldu işte, bir can kurtuldu.”
Hep birlikte burada yaşıyorlar. Ranza benzeri şey,
kediler için. Altlarına serdikleri elektrikli battaniyeyi kadınla erkek aynı
kıvançla gösterdi. Kadın pek konuşmuyor, dinliyordu. Suyu camiden o getirirmiş.
“Uzak değil, yakın sayılır.” Bitişikte de banyo varmış, gidip yıkandıkları.
“İnsanlar nasıl böyle hoyrat, anlamıyorum.”
“Belki dindendir. Köpek Şafilerde mekruh sayılır ya.”
“Öyle diyorlar. Yapmayın diyorum. Eshabı Kehf’i
anlatıyorum. Cennet yolunda mağaraya saklananlar arasında Kıtmir yok muydu,
köpek. Onlar da allahın yarattığı değil mi? Hastalık yaparmış! Hastayı iyi eder
bunlar.”
Kadın için “Bak bu hastaydı, hayvanlar onu iyileştirdi,
şimdi daha iyi” dedi. Kadın da adam için “Onlara başını dayamadan uyuyamaz.”
Durdu, ekledi, “Söylediği olur biliyor musun. Bir şey olacak der, olur. Bir
insana ‘ona güven olmaz’ der, öyle çıkar. Ya da ‘iyi bir insan, kalbi iyi,’ o da
öyle çıkar. Bilir.”
İstanbul’a mı? 81’de gelmiş. Önce Sultanahmet’teymiş.
Sonra buraya, okumaya. Arkasındaki duvarın tepesinde torbalar ve bir kedinin
yarısını açıkta bıraktığı naylona sarılmış bir diploma.
Epey bir vakit
frezecilik yapmış, sonra eskicilik, tamirat.
“Artık pek yapamıyorum ama bunlara bakmaya başlayalı hiç
de darda kalmadım. Bir şekilde oluyor işte. Bir şeyler çıkıyor. Ne ki para? Bir
seferinde, deprem vakti, elime koca bir televizyon geçtiydi. Çok ucuza.. Şuraya,
dolabın üzerine koydum. Ertesi gün bir geldim, sarsıntıdan düşmüş, paramparça
olmuş. O oldu, sana haram yemek yokmuş dedim.”
Anlatacağım, dedim kalkarken. İnsanlar bilsin, gelip
görsün. Mama mı getirirler, bir hayvan mı alır götürürler, gönlünü açmayı,
kendini vermeyi hatırlasınlar.
Raflardan birinde iki koca torba kuru mama gösterdi.
“Bir hanım getirdi bunları. Hayal meyal hatırlıyorum.
Şeker var bende, başım düşmüş, uyukluyordum. Rüyada gibi konuştum. Kim olduğunu
bilsem de teşekkür etsem, doğru dürüst karşılayamadığım için özür dilesem.
Nasıl bir şey bu –internet- yahu?!”
Bazen iyi bir şey Ramazan abi.
.