Sonra sağ yerine sola sapıp koruya girdim. İş bekleyebilir, iki günde inen baharı içmeye. Rüzgarlı, güneşli bir gün. Ta tepede inip bayır aşağı yürümeye koyuldum. Elim, kulağım çıplak.
Geçerken kabarmaya başlamış tomurcuklara dokundum.
Alçalan bir uçağın gök gurultusu kargaların bet sesiyle kesişti.
Güneşin gözüme girmesi yüreğimi titretti.
Mindere çıkan güreşçi adımlarıyla erkeğin kadını geride bıraktığı bir çiftle karşılaştım. Adam var gücüyle cep telefonuna sığınmış, iştahla konuşuyordu, yüzünde gönül fetheden bir gülümseme. Arkadaki kadına en son ne zaman böyle güldüğünü düşündüm.
Havada sadece rüzgar kokusu, gölette süzülen bir ördek sürüsünün yanından geçtim.
Aklıma Seneca geldi. Öfke ve beklentiler konusunda neredeyse aynı sözcüklerle yazdığımızı öğrenmenin hoş hayreti.
Arkamda, kulaklıklardan taşarken geride sadece tatsız elektronik iskeleti kalan bir pop müzik yükseldi. Başımı çevirmeye kalmadan sahibi yanımda belirdi. Kendiyle kalmayı unutmuşların, bedeniyle ne yapacağını bilemezliği vardı onda da. Yenilenemediği için gönülsüzce giyilmeye devam eden çoktan bıkılmış bir çift kundura muamelesi gören bir beden. Yandan kırmızı çizgili kahverengi eşofman altının bir paçasının daha kısa olduğunu fark ettim. Kısa bir süre sonra ağaçların altında cesedi bulunacak olsa polise doyurucu bir eşkal verecek şekilde bakışımı sivrilttim. Marka spor pabucunun sağ teki altında beyaz bir etiket vardı. Birden durup şimdi de bunu yapmak lazım vazifeşinaslığıyla yanındaki çitte bacağını hantal hareketlerle esnetmeye girişti. Cep telefonunun çalmasıyla müziği kapayıp yola devam etti: “Efendim, Nihoş!”
Garson son anda döktüğü Türk kahvemi değiştirdi. Yanında lokum var. Güneş, limonlu maden suyu bardağımda ışıl ışıl.
Benim dışımda boş masalardan birine bir adam gelip oturdu. Cep telefonunu açıp gereği sadece kendine (kendi sesini duyma ihtiyacına), yükselen bir sesle zaten bildiği anlaşılan bir yol tarifi aldı.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder