Oda arkadaşım, Etiyopya’dan gelme Amerikalı Mary, bugün ne yapacaksın diye sordu. Doğaçlama, dedim, her zamanki gibi.
Yolculukta taslak bir program çıkarıp zamanlamasını güne bırakmak güzel oluyor. Güne nasıl uyandığına. Görülecek şeyler listesine içinden estiği gibi yer ekleyip çıkarmak, ayrılan zamanları uzatıp kısaltmak. Başka bir zamanın kararlarını uygularken ana sırt çevirmektense adımlarını tazesi tazesine atmak.
Öğleye doğru istasyondan belediye otobüsüne atlayıp kıyıya indim, en zenginlerin milyonlarca dolarlık konutlarının olduğu Waterfront’a.
Başka bir vakit bunların arasında bir kanal turu yapmış, seyirlerine varmıştım: Küçük, kırmızı, yassı tekne birkaç metre derinlikte, suyu düzenli olarak denizden alınıp verilerek temizlenen kanalda ilerlerken bu bitişik düzen, önlerinde cetvelle çizilmiş dar bir şerit hariç yeşil, toprak, bitki yoksunu, bön bön bakışan binalara içim daralarak bakmış. Sakinlerinden bazıları, teknelerini bağladıkları beton kıyıya şezlong atmış, soğuk soğuk güneşleniyordu. Sonu resmen getirilmiş Apartheid’larına kendilerini paralarıyla kapamayı sürdüren bu insanlara esaslı bir “hıh!” çektiydim.
Bir otobüs daha ve Sea Point’te indim. Burasıyla Waterfront arasında uzayıp giden kordonda tabanlarım ne verdiyse yürümeye koyuldum. Bunca okyanusla rutubetsiz bir sıcağı var Cape Town’un. Genellikle dağdan kopan esinti nemi dağıtıyor olmalı. Ama şimdiki serin serin Atlantik’ten geliyor, gür güneş altında tam eriyip kalacak gibi olduğumda adımlarımı yeniden yeniden canlandırıyordu.
Kordon boyu da hali vakti çokça yerinde olanların. Derli toplu, dıştan pek bir özelliği olmayan, yüksekliği abartısız bir sıra apartman. Kanal boyundakilere kıyasla etrafa, hiç değilse denize daha açık görünüyorlar ama burada yaşayanların büyük bir çoğunluğunun hayatında bir kez township görmüşlüğü olmadığını duymuştum: Hayatları havaalanı ile evleri arasında geçermiş. En güzel yanları, aralarından görünen Table Mountain ile kapı aslanının iki tepesi. İlerde güney banliyölerinin sırtlarını verdiği dağların siluetleri, hemen açıkta Mandela’nın güneşte silikleşmiş Robben Adası, tertemiz, bakımlı bir kordon.
Yol ile kıyıdaki beton yürüyüş şeridi arasındaki ağaçlıklı çimenlere yayılmış kestirenler. Bu havada kendini koşuya vurmuş kadın-erkek (beyaz tabii! Bedenlerinin içinde yaşayan siyahların bu işi suni bir kült haline getirmesine gerek yok), köpek gezdirenler. Dünyanın karnı doyan herhangi bir yerindeki kordon manzaraları. İnsanlardan yana. Doğaya gelince, kendini tekrarlamazlığını burada da estirmiş. Yolun karşı tarafındaki çamlar dağdan inen rüzgarla kıyıya doğru eğilerek büyümüşken kıyıdakileri de okyanus rüzgarı ters yönde neredeyse iki büklüm edip bırakmış. Sonra okyanus. Bugün tatlı tatlı çelik mavisi. Sakince ama sesi davudi. Aşağıda, kayalık ceplere öngörülmez aralarla bir hışım dalarak yükselip kırılan iri dalgaları yürüyüş yolunu yalayıveriyor.
Yer yer gelgit havuzları yapmışlar. Daha doğrusu, bu doğal oluşumların kaya duvarlarını betonla yükseltip daha güvenli hale getirmişler. Buralara biriken su okyanustan ayrılarak sakinleşiyor, sığ olduğu için ısınıyor da. Al sana tabii yüzme havuzu. Fildişi kumsallar denize girmeyi istediği kadar çekici kılsın, bu azmanla öyle bir yakınlıkta hiç gönlüm yok. Yalnız da değilim. Suda hemen kimse görünmüyor. Cape Town’un asıl plajı, şehrin hemen bitişiğindeki, rüzgardan korunaklı ve yine bir zengin sayfiyesi olan Camps Bay. Buradaysa kıyı bir de kelp adı verilen, deniz tabanına bağlandıkları metrelerce uzun saplarından koparak sürüklenmiş okyanus yosunlarıyla kaplı (yeşilleri ve “yemişlerinin” biçimiyle süs biber turşusunu andırıyorlar biraz). İki Okyanus Akvaryumunda bir “kelp ormanı” gördüm. Köpekbalıkları, dev kabuklular, dev başka deniz mahluku tamam ama akvaryum gezisine asıl bunun için değermiş. Çok büyük bir tankın dibinde burnumu cama dayadım. Usul usul dalgalanan dev bitkiler arasında sakince yüzen toraman balıklarla bir öte alem huzuru alıp götürdü.
Mouille Point. Fransızca’dan gelen adını, rüzgarda hep ıslanan burundan almış. Kırmızı-beyaz kübik kaideli deniz feneri (olsun, yüzyıllar boyunca gemi yutmuş çok tehlikeli bir geçişmiş burası hâlâ).
Otobüs duraklarını fazla da bakmadan geçiyordum. Geride sadece yürüyüşün kaldığı bu silinmeler iyidir. Sıcak, yorgunluk ve rüzgar yapacağını yine yapıyor, zihnimi aşırı pozlanmış bir fotograf haline getiriyordu.
Green Point Stadyumu. 2010 Dünya Kupası karşılaşmalarının Cape Town ayağı için yapılmış. Japon kağıt fenerlerine benziyor. Aynı buruşuklukta ve göze hiç ağır gelmeyen, boyutlarına rağmen algısı kütlesellikten uzak, ha dedin mi uçup gidecek gibi. Bu hissi mimaride verebilmek az şey olmamalı.
Waterfront’a bir deniz kazazedesi gibi vardığımda baktım, üç saatten fazla olmuş. Sabahki iki saati de eklersek beş saati bulmuşuz.
Yanlış yerden girip standart modern bir alışveriş merkezine düştüm. Soğuk (gerçi bu o kadar kötü gelmedi şimdi), sevimsiz (ilginç; yerler ya sevimli ya şık oluyor çokluk). İçinden geçip marinanın kıyısında bir yığın, hepsi dolup taşan restoran, kahvenin arasına çıktım. Beride dönme dolap, toplanmış, müziklerini yapmaya hazırlanan bir grup. Pamuk helva (burada mavi!) satıcıları. İrili ufaklı tekneler. Bir banka çöktüm. Yorgun olmasam seveceğim bütün bu hareketi, kelplerin arasına dalıp çıkan irikıyım balıkların donuk bakışlarıyla seyrettim.
(Arkası yarın)
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder